24 Eylül 2014 Çarşamba

Bilge Sevda (Şener)

Tiyatro Eleştirmenleri Birliği
Oyun dergisi
Sonbahar 2014




Sonsuz olmak, dünyaya eserler bırakmakla ilgili değil yalnızca. Kalplere iz bırakmak diye bir şey de var. Vefatının ardından paylaşılan anılardan anlıyoruz ki, Sevda Şener pek çok öğrencisinin kalbinde iz bırakmış, zorlu zamanlarında -beklenmedik sürprizlerle- yanlarında olarak.
Biraz bu yüzden, biraz saçları ak olduğu için biraz da her zaman güler yüzlü, sakin, yumuşak göründüğünden onun için pamuk anne'mizdi dendi ardından sıklıkla. Kendisi hoşlanmıyordu böyle anılmaktan. İyi duygularla söylenen bu söz Sevda Şener için yetersiz olacak bir kalıbın içine yerleştiriyor onu, farkında olunmadan. Kişisel olarak ben de Sevda hocanın her ediminde kadınca bir güzellik görmüşümdür, hatta zaman zaman annelik de, ama doğrusu imgelemimde hiçbir zaman bir anne, bir kadın, bir tonton olarak canlanmamıştır. O, her yorumunu, en küçük gündelik meselelerde bile, hayranlıkla dinlediğim bir bilge'ydi. Aynı zamanda hoş bir hanım, kimi zaman annecil ve hep bir kadın inceliğinde, ama hepsinden önce bir bilge.
Bu kadar sevimli değil de huysuz biri olsaydı, yine çok değerli olmayacak mıydı? Geçimsiz olsaydı da onun ne kadar önemli bir tiyatro bilimcisi olduğunu görmeyecek miydik? Görünürde belki ama gerçekte pamuk annelikten aşkındı. Ve bir bakıma iğne yapraklı bir çamdı da o. Her zaman yeşil kalan, hep kozalak veren ama kimi zaman iğnesi batabilen bir çam. Kızdı mı mavi gözleri çakmak çakmak yanar, o pamuk hali yerini başka bir şeye bırakırdı. Yine kibar kalırdı ama onu kızdırdığınız için tedirginleşirdiniz.
Tülin Ö. Sağlam aktarıyor, o mavi gözlerin ağladığına da tanık olunmuş bir kere, bomboş verilmiş bir sınav kağıdını gördüğünde “ben bu çocuklara bir şey öğretemiyor muyum yani” diye. Kendisinin anlattığı bir başkasında ise, Deniz Gezmiş'lerin idam edileceği sabah -ki ailelerine bile söylenmemişti infaz saati-, içinde bir sıkıntıyla kendiliğinden çok erken uyanması, salondaki kanepenin üzerine adeta çöküp “asacaklar o çocukları” diye göz yaşı dökmesi. Belki ertesi gün, o mavi çakmakları yakarak, polisin elinden öğrencisi alması. Çatışan grupların arasına girmekten çekinmeyip atılan taşların yarattığı dehşete maruz kalması.
“Hepimiz Sevda Şener'in paltosundan çıktık” demiş Kerem Alışık, güzel söylemiş. Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı Sevda hanımın gözbebeği eseriydi. “Keyif için yazdım onu, çok severek yazdım, benim damıtılmış bilgim” diyordu. Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi için, Turgut Özakman “dünyada benzeri var mı bilmiyorum ama varsa da en iyisi yine Sevda hanımınkidir, buna eminim” derdi. TRT'de bir radyo programı için onunla “klâsik nedir” konulu bir röportaj yaptığımda “zamana yenilmeyen” diye tanımlamıştı klâsik olanı. Zamana yenilmeyen, değişmez öz'ü ortaya çıkaran, tanım oluşturan, yinelenmekle eskimeyen, her seferinde değer üreten. Dönüp dolaşıp başvurmak isteyeceğimiz kendi klasikleri gibi.
Sevda Şener'in ardından yazılan güzel metinlerden birinde “Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi vardır. Efsanevi bir tiyatro bölümü kuruldu orada.” diye söze başlamış Kubilay Tunçer. “Konservatuarlardan farklı bir tarafı vardı bu bölümün. Ülkemizin gerçek anlamda tiyatro araştırmalarının yapıldığı, işin kuramının, tarihinin derinlemesine incelendiği çok özel bir okuldur. Kültür hayatımızda son derece önemli bir yeri var bu okulun.” K.Tunçer'in sözüne ettiği bu efsanevi fenomen, öncelikle bir Sevda Şener eseri olup ardından gelen hocalarımızca geliştirilerek sürdürülmektedir.
Yıllar önce Radikal 2'de yayınlanan bir yazısında Murathan Mungan da “Bilgi onun için entelektüel bir rütbeye tekabül eden bir sahiplik ilişkisinden çok hayatı kullanışlı kılmaya yarayan içkinleştirilmiş bir malzeme olarak değer kazanıyor ve bize bunu öğretmeye çalışıyordu.” demişti.
Tiyatro Tiyatro dergisinin Sevda Şener dosyalı sayısında, o dönemin genel yayın yönetmeni Orhan Alkaya hocanın da beğendiği harika bir benzetme yapmıştı: “Ne vakit kötü bir rüya görsem, saldırgan içgüdüler, ırkçı refleksler, taçlandırılmış cehalet, topluöldürüm arzusu (...) “tapınağı taşıyan sütunlar”ı düşünürüm. Ankara'dan Sevda Şener, işte bu kahramanlarımdandır. (...) tiyatromuzun tıkanık damarlarını açmak için ödünsüz ve vitrinsiz bir mücadelenin bayrağını taşıyanlardandır.”
O karyatid, sadece tiyatromuza değil, iyi ve doğru insan olma ülküsüne de destek verirdi. Müjdan Kayserili'nin aktardığına göre, Sevda hoca, bir gün bir seminere gitmek için caddenin kenarında taksi beklerken, bir delikanlı yanına yaklaşıp 'teyzeciğim karşıya geçmenize yardım edeyim', demiş. O da “evladım ben taksi bekliyorum” dememiş, “peki” deyip onu karşıdan karşıya geçirmesine izin vermiş, sonra ona çok teşekkür edip, o gözden uzaklaşınca tekrar karşıya geçip taksi beklemeye devam etmiş. Yine bir gün bankadayken, memur kalemi elimden alıp 'teyzeciğim ben doldurayım sizin için' demiş, O da “evladım ben profesörüm, kendim yapabilirim” dememiş, “peki” deyip, onun için formu dolduruvermesine izin vermiş. Bunları anlattıktan sonra, “insanların iyilik yapmasına izin vermek gerekir çocuklar” demiş.
Benim kim olduğumu biliyor musun sen'cilerin ülkesinde, kim olduğumu söylemesem de olur demenin asaleti, Sevda hanımın kalplerimize derin iz bırakmasının bir başka sebebi. Ama elbette ağırlığını bildiği ve koruduğu bir adı vardı.
“Oyundan çıkarken insanın kendine 'iyi ki bu oyunu gördüm, bilgim arttı, kafam karıştı ama duygularımın inceldiğini, düş gücümün uyarıldığını da hissettim; bir coşku yaşadım ve insan olmanın ayrıcalığının bilincine vardım' dedirtecek bir tiyatro” düşüncesini önerdi hep bize.
Bu tanımındaki iyi tiyatro gibiydi öğretmenimiz de. İyi ki onun zamanında yaşadık dedirten. Bilgimizi hep arttıran. Kafamızı, o pamuk görünümünün ardında nasıl da deli-dolu bir gençlik taşıyabildiğiyle karıştıran. Düş gücümüzü, uzak açıdan bakmayı tercih ettiği felsefe ile gündeliği buluşturma biçimleriyle uyaran. Öğrencilerini samimiyetle sevdiği ve sevildiği için coşku yaşatan. Bir ayrıcalıktı onun öğrencisi olmak, ama yapıtlarını okuyarak bilmekten, öğrenmekten, daha fazlasını istemekten gelen hazzı tadan bütün tiyatrocular onun öğrencisi değil mi. Dünden yarına bir bilge:adı o: Sevda Şener.
Veda etmek zor... ama çaresiz, peki. Gözleriniz gibi olsun yolunuz hocam...ama biz sizi asla yitiremeyiz.

19 Eylül 2014 Cuma

Inti Illimani Ankara'daydı


2012 Mayıs'ı ne harikûlade bir ay oldu Ankara için. Hangi birinden söz edeceğimi bilemiyorum: Ankara’ya Dali gelmiş, onu mu yazayım, yoksa onun hemen yan salonundaki etkileyici M.C.Escher ve Çağdaşları sergisini mi… ya da Cermodern’in Ankara için ne müthiş bir şey olduğunu mu… Bir de Uçan Süpürge Kadın filmleri festivali var, bu yıl da çok verimli geçti… hepsi çok heyecan vericiydi. Derken, ayın sonuna doğru Çankaya Belediyesi Inti Illimani’yi getirdi ve ben diğer hepsini erteleyip işte bunu yazmaya karar verdim.
Çankaya Belediyesi’nin 19 Mayıs kutlamaları içinde Anıtpark’ta 20 Mayıs’ta sahneye çıkan Inti Illimani sekiz müzisyenle tam kadro bizlerleydi. Jorge CoulonChristian GonzálezDaniel CantillanaJuan FloresEfren Viera,Marcelo CoulonManuel Meriño ve César Jara. Hepsi birden fazla enstrüman çalıyor. Bu yıl verdikleri konserler onlar için önemli çünkü bir yeraltı kantininde başlayan yolculukları 45.yıldönümüne geldi. Yıllar içinde grup üyeleri değişti, yenilendi ama kurucu Jorge Caulon hep oradaydı. Bugün itibariyle grubun ikinci en eskisi, kardeşi Marcelo Coulon. Konser sonrası onurlarına verilen yemekte Jorge ile sohbet etme olanağı bulduğumda, diğer pek çok şey yanında Venceremos’un besteleniş öyküsünü ondan dinleyeceğim aklımın ucundan geçmezdi.

Şili Santiago’da Teknik Üniversite’nin bodrum kantini La China’da başlamış öykü. Yıl 1967. Elektronik mühendisliği öğrencisi Jorge Coulon ve Ekvador’dan gelen makine mühendisliği öğrencisi Max Berrú düet çalışmak üzere bu kantinde bir araya geliyorlarmış. İkiliye Horacio Durán ve Pedro Yaňez’in katılmasıyla bir grup haline gelmişler. Hemen ilk günlerinden itibaren Nueva Canción Chilena - Yeni Şili Şarkısı hareketine katılmışlar. Aynı yılın Ağustos’unda Bolivyalı gitarist Eulogio Dávalos onlara “İnti İllimani”yi önermiş isim olarak. And dağları etrafında ve ağırlıklı olarak da Bolivya’da yaşayan Aymara halkının dilinde, Illimani (And) dağının güneşi anlamında.

1969’da Salvador Allende’nin seçim kampanyasına katılan grup Şili sol partilerinin büyük bölümünü bir araya getiren Halk Birliği Unidad Popular’ın bir parçası haline gelmiş. Logolarını tasarlayan Vicente Larrea, pek çok unidad popular grubuna amblemler üretmiş bir isim.

Seçim zaferinin ardından Allende hükümetinin manifestosunu müzikle yaygınlaştırma görevi onlara verilince, sözlerin Julio Rojas’a bestelerin Sergio Ortega ve Luis Uyari Tonlri’ye ait olduğu Canto al Programa (1970) çıkmış ortaya. Venceremos o ilk albümde yeni bir yorumla yer almış. Aylarca önce kaydedilen şarkı Allende seçim kampanyasının resmi marşı olmuştur zaten.
Tarih 1973’e geldiğinde, biri hariç grup üyelerinin hepsi kendilerini artık tamamen müziğe vermeye karar verir ama hiç hesapta olmayan bir şey bekliyordur onları. Müziği, ülkelerinde yapamayacakları gerçeği.

Şili’de demokrasinin trajik sonu. 11 Eylül 1973’te yapılan darbede Salvador Allende hükümet binasında öldürülür. Bütün dünya şoka uğrar. Intı Illimani o sırada turnede, İtalya’dadır. Şili’ye dönemezler tabii. 15 yıllık sürgün hayatları böyle başlar.
Sergio Ortega 1973 Mayıs’ında besteler El Pueblo’yu. İlk seslendirilişi, darbeden sonra, Kasım 1973’te Inti Illimani’nin Fransa turnesinde olur. O andan itibaren Şili karşı devriminin cuntaya karşı kullandığı en güçlü slogandır artık: "El Pueblo unido, jamás será vencido» - “Birleşmiş halk asla yenilmez"

Nueva Canción Chilena akımı Şili’de 80’li yılların ortalarında yeniden doğar. Darbenin üzerinden 10 yıl geçmiş, halk cuntaya karşı sesini yükseltmeye başlamıştır. Bu meydan okuyuşla, 1985’te bir festival düzenlenir. Inti Illimani’ye de ödül verilecektir. Grup festivale katılmak için İtalya’daki Şili Büyükelçiliğine başvurur ama yanıt bile alamaz. Marcelo Caulon ve Jose Seves risk almaya karar verir. Bütün grup gidemese de onlar iki kişi grubu festivalde temsil etmek için şanslarını denerler ama uçak Şili’de alana iner inmez etrafları silahlı kuvvetlerce sarılır. Festival yerine Arjantin’e, Buenos Aires’e gitmeye mecbur kalırlar. Her şeyde bir hayır vardır değil mi? Orada basın açıklamalarını Mercedes Sosa ile birlikte yaparlar. Şili’de resmi basınının görmediği haber bütün dünyaya yayılır.

Benzerliği kaderle değil dünya düzeniyle ilgili; 1960'ların ortalarına doğru Latin Amerika müziğini rock ve politik harmanlayan Nueva Cancion müziğiyle tüm dünyada tanınmaya başlanan Mercedes Sosa da 1979’da La Plata’da verdiği konser sırasında sahnede gözaltına alınmış, Arjantin’de şarkı söylemesi yasaklanmış ve o da 1982’ye kadar sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştı. Inti’ciler ile basın açıklaması yaparken, sürgünü bilen bir sanatçı olarak sürgündeki diğer sanatçılara destek oluyordu.
Inti Illimani’nin sürgün hayatının sonu ise 1988’de, Şili’nin sınırlarını açmasıyla gelir. 18 Eylül’de Şili bağımsızlık günü kutlamaları sürerken - ki Jorge sahnedeyken defalarca Eylül ayının kendileri için ne kadar önemli olduğundan söz etti- yüzlerce insan onları havaalanında karşılar ve grubu aprondan alıp doğruca bir sahneye taşırlar. Binlerce kişi, kaldığımız yerden devam ediyoruz işte dercesine Intı Illimani şarkılarında buluşur. Inti’ciler o tarihi hayatlarındaki en önemli gün olarak hatırlıyorlar.

Kurulur kurulmaz sürgüne mâruz kaldığı için bütün turnelerini Şili dışında yapan grup, ilk ulusal turnesine 1989’de çıkar. 2003’te, kendilerini bağrına basan İtalya’ya teşekkür için sürgünde geçen yılların anısına Viva İtalia albümünü yaparlar. Pinochet diktatörlüğü döneminde ülke tarihinden silinmeye çalışılan Victor Jara, Salvador Allende gibi tüm devrim kurbanları için dizi konserler düzenlerler.

Jorge Caulon’un sahnede sık sık andığı Victor Jara çok özel bir isim. Öldürülme biçimindeki kahredicilik, hemen herkesin onu müzisyen olarak tanımasına neden olsa da Jara aslında çok yönlü bir sanatçı ve politik aktivistti. Öğretmendi, tiyatro yönetmeniydi, şairdi, besteci ve yorumcuydu. İçinde bulunduğumuz yıl Victor Jara’nın da 80. doğum yıldönümü.

Pinochet darbesinde açık cezaevi ve işkencehane haline getirilen Şili ulusal stadyumuna doldurulan cunta karşıtları içinde Victor Jara da vardı. Gitar çalamasın, devrimci şarkılar söyleyemesin diye elleri kırıldıktan sonra bile, usul usul Venceremos’u söylemeye çalışıyordu. Kazanacağız diyen bu şarkıya, gardiyanların silahlı baskısına rağmen orada bulunan bütün tutuklular eşlik etti. Bunun üzerine başına dipçikle vurula vurula öldürüldü Jara. Yetmedi, elleri kesilip tribünlerin önüne asıldı. Stadyum bu utançtan 30 yıl sonra kurtulacaktı. Katledilişinin 30. yılında, 2003’te, stadyumun adı Victor Jara Stadyumu olarak değiştirildi.

Onun adının her geçişinde Ankara seyircisi hemen tepki veriyor, saygıyla selamlıyor onu. Victor Jara’nın Che Guevera için yaptığı şarkıyı Ankara seyircisine armağan ediyor Inti Illimani. Ve aynı yazının içine ne çok kahraman sığıyor. Onlar içinden tek hayatta kalanın karşımızda olması, buruk bir mutluluk veriyor.

Grubun özgürlük ve devrim şarkıları El Pueblo ve Venceremos’u icra etme biçimi etkileyici. Davulcu Efren Viera, arkadan öne bir trompetle geliyor, grup üyeleri yan yana diziliyor ve marş bir saygı duruşunda okunuyor. Bizim de sesimiz kısılacak gibi oluyor. İkisinin de Türkçe versiyonları var çünkü, biliyoruz sözleri. Şu ölümlü dünyada Inti Illimani ile birlikte şarkı söylemenin coşkusu bambaşka; herkes şarkıyı kendi dilinde söylebilmenin mutluluğunda.

Venceremos / Kazanacağız
Desde el hondo crisol de la patria
se levanta el clamor popular;
ya se anuncia la nueva alborada,
todo Chile comienza a cantar
Şili'de halk bugün savaşıyor 
Cesaret ve halkın gücüyle
Kahrolsun halkın katili cunta
 
Yaşasın "Unidad Popular"
Venceremos, venceremos,
Mil cadenas habrá que romper,
Venceremos, venceremos,
La miseria (al fascismo) sabremos vencer.
Venseremos, Venseremos
Kıralım zincirlerimizi
Venseremos, Venseremos
Zulme ve yoksulluğa paydos
Söz – Müzik : Claudio Iturra - Sergio Ortega

Konserin sonuna yaklaşırken Çankaya Belediyesi’nin genç emekçileri uçan balonlarla karıştılar aramıza. İsteyene balonlardan vererek dolaşırken, final şarkısında And dağlarının güneşiyle aydınlanmış Ankara gecesine doğru balonların tümünü bıraktıklarında, seyircilerin elindeki tek balonların da birer birer salınmasıyla çok hoş bir resim oluştu: Uçmakta sona kalan balonlar rüzgârın da etkisiyle nazlı nazlı kırıtarak öndeki balon grubuna yetişmeye çalışırken telaşlı ve sevimli görünüyorlardı. Onlar da venceremos, el pueblo unido, jamás será vencido! diyorlar sanki, diye düşündüm kendi kendime. Bu Inti Ilimani neler yapmıştı bana böyle.


Manuelo Meriňo, Pınar Şenel, Juan Flores, César Jara

Konserden sonra kulisteyim ama dahası geliyor: Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın, grup onuruna verdiği yemeğe katılma ve grup üyeleriyle görüşme olanağı sunuluyor bana. Yemekte Jorge ile konuşurken söz Venceremos7a geliyor. “Bizim evde yapıldı o.” diyor, dünyanın en doğal şeyini anlatır gibi. “Bir tek piyano vardı. Annem de evdeydi o gün. Nasıl oldu diye sorduk, o da ”iyi iyi, gayet iyi” demişti” diye anlatıyor. Arkadaşımın “lise kantininde hayatım bu şarkıyla geçmişti” dediği; bazılarımızın arka arkaya defalarca dinleyip transa geçtiği o şarkı, işte böyle çıkmış ortaya. Bir arkadaş, bir piyano, bir anne… sonra alanlarda binlerce insanı tek yürek haline getirilen bir efsane. Nereden nereye. Duygulandığımı görünce “Her şey hayal etmekle başlar” diyor Bülent Tanık. “Şu an yanımızda oturuyorlar, onlar da bizim gibi insanmış , şarkı da ne kadar kolayyapılmış” dediğimde gülüyor artık.

Bir konser ilk defa bu kadar mutlu etti beni. Dünyanın uzak bir köşesinden Inti Illimani geldi şehrimize. Ödediğimiz vergiler hakkında ilk defa düşündüm. Böyle güzel kullanılması ne harikûlâde. Belediye deyince akıllarına asfalt ve tuz gelenler, başlarını yerden kaldırıp gökyüzüne baksınlar bahar gecelerinde. Orada toplanan unidad balonlar bizi çağırıyorlar.


Konser fotoğrafları: M. Bülent Güler


10 Mart 2014 Pazartesi

Mürekkep Lekesi

Bayan Yanı,
8 Mart Özel Sayısı
2014


Aydın erkeklerin, cinsiyet rollerini kendiliğinden düşünmeye başlamadıklarını fark etmeleri önemli. Erkeklik rolünü, kadınlarla, birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerinde gözden geçirmek için aldıkları inisiyatif, büyük ölçüde feminizmin sonucu. Pro-feminist olduğundan söz açan erkeklerin varlığı, dünden bugüne bu uğurda ölümüne mücadele eden kadınların karşı konulmaz başarılarına saygı duruşunda bulunmalarıyla mümkün olabilmiştir. Tabii ki vicdanlı bir erkek kadın haklarını kendiliğinden savunabilir ama bunun içselleştirilmiş bir edim olması için iyi niyetten fazlası gerekir. Kadına yönelik şiddeti diyelim sosyal medyada kınamayı politik duruşu için bir gereklilik ve prestij unsuru sayan ama gündeliğin akışında erkeklerin haksız egemenliğindeki suç ortaklığını doğrudan ya da dolaylı sürdüren niceleri var. Hem heteroseksüel erkekler ve kadınlar hem de LGBTİ bireyler arasında. Çünkü ataerkillik kolay çıkmayan bir mürekkep lekesidir. 

Ataerkillik, feminizm ve queer çalışmaları tarafından ayrıntılı incelenirken, iş heteroseksüel erkekliğe geldiğinde bu alanların kendi meşru önceliklerinden ötürü onun üzerinde fazla durulmuyordu. Ama bu alanda da çalışma yapılıyor artık. Cinsiyet rolleri hakkında eleştirel sohbetler gerçekleştirebileceğine inanan bir grubun eseri olarak Erkek Muhabbeti: Erkekler Erkekliklerini Sorguluyor projesi [1] kapsamında yayınlanan bir çalışma, daha önce diğer hareketler üzerinden dolaylı olarak sorunsallaştırılan erkekliğe, içeriden bakış sunuyor. Erkek egemenliğinin, kapitalizm ile birlikte aynı madalyonun iki yüzü olduğu hatırlatılıyor ve ataerkilliğin kadınlar ve queer bireyler kadar erkeklere de zarar verdiği anlatılıyor. Örneğin erkeğin daima özgüven sahibi ve cinselikte inisayatifi elinde tutan taraf olmasının bedeli, kendisini asla zayıf ve önemsiz biri olarak gösteremeyeceği, ancak rolünü oynarsa, fiziksel ve psikolojik bedelleri öderse, erkek olacağıdır.

Toplumun üyesi haline gelme süreci, uzun bir yoldur. Ataerkil olmayı doğumundan itibaren yıllar boyunca hem eylemde hem  söylemde içselleştirerek öğrenen erkeklerin zihniyetlerini değiştirmesi, yine uzun soluklu -ama daha önemlisi yarı yoldan dönmeyen kararlı bir mücadeleyi gerektirir. Kendini eşitlikçi sayan, kadın sorununa duyarlı olduğunu düşünen her erkeğin, hayatındaki kadınlara gösterdiği tepkileri çözümlemesi bir başlangıç olabilir. Bir itişme anında, partnerinizin sizinle değil de sanki bir başkasıyla konuştuğu hissine kapıldığınız olduysa, yalnız değilsiniz. Psikolojideki annelik kökenini eleştirirken, Chodorow gibi bazı psikanalitik yazarlar erkeklerin kadınlara  -esas olarak annelerine- öfkelendiklerini öne sürmüşlerdir. Buna göre ilk öfke, zaman içinde kadınlarla olan bütün ilişkilere hâkim olur ve sosyal öğrenmeyle pekişir. Kadın hakları konusunda aktif bir duruş sergilemek isteyen bir erkeğin süper egosu ile egosu arasında çatışma derin olabilir. Ama yine de suç ortaklığının sessizliği içindeki tüm diğer hemcinsleriyle karşılaştırıldığında, bu adamların desteklenmesi gerekir.

Çıkarımlarda bulunma, neyi neyle ölçtüğümüze bağlıdır. Bir ölçü birimi olarak ya hep ya hiç'in kullanım alanları şüphesiz vardır ve onlar tartışmasız yerindedir. Ancak kadın ve erkek arasındaki çatışık alanın iki farklı gezegenden geldikleri popüler ön kabuluyle alımlandığı bir değerler dizgesinde her düğümü çözmez. Onun yerine Roma'nın bir günde kurulmadığını hatırlamak, iyileşmeye doğru atılacak her adımı tanımak daha yapıcı olabilir. 

Erkekten başka nefes alan hiçbir canlıya değer vermeyen bir zihniyetin bizi koyduğu kafeste canımızı yitirir-aklımızın parmaklıklarını zorlarken, “erkekler ataerkillik aracılığıyla yaşadıkları insanlık dışı üstünlükten vazgeçmelidir” diyebilmen erkekler olduğundan söz edebilmek, bir yan yol sayılmamalı, 8 Mart bunu da konu edinebilmeli. Ne dersiniz?  





[1] İsveç İstanbul Başkonsolosluğu,  - SOGEP projesi. www.erkekmuhabbeti.com