23 Mayıs 2011 Pazartesi

Korku denizinin üzerinde seken taşlar

Cumhuriyet Kitap, 23.9.2010

Ferhat Uludere’nin Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba romanı, yayınlandığı günden bu yana içeriğinden ötürü bir kasaba anlatısı olarak alımlanıyor ama -taşrayı iyi anlattığı muhakkak olmakla birlikte- romanı bu alana sıkıştırmak eksik okuma olabilir. Roman, büyük kentlerde büyük hayatlar kurmayı başaramamış ya da buna hiç cesaret edememiş kasabalıların öyküsünü anlatırken, aslında kendisine korku denizleri yaratan herkesi anlatıyor. Taşra hikâyelerini okurken, kırılma noktalarında kenti ve kendimizi görebiliyoruz.


Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba, anlatının bir tragedyaya benzeyeceğini imleyerek başlıyor ve vaat ettiği gibi bitiyor:“Yalnız ve eskimiş biri geldiğinde, deniz birinin mahvına sebep olur. Deniz o zaman durulur” Bozulan düzen o zaman yeniden kurulur, başka deyişle. Kasabaya bir gün çıkagelen biri, dolaylı olarak birinin ölümüne neden olacak; cenaze için kasabaya gelen bir başkası, ardından bir başkasını sürükleyecektir. Uzun bir hikâyenin eksik parçaları tamamlanırken, görünür-görünmez bağlarla birbirine bağlı yaşam parçaları da yeni konumlarını alacak, “çürümüş, kokmuş, kirlenmiş dünya”nın düzeni (Hamlet’e gönderme) yeniden kurulacaktır.

Yazın tatilcilerle dolan, kışın kendiyle baş başa kalan bir kıyı kasabasında geçen anlatı, episodik yapıda ve başat kahramanlı bir romanlı değil. Her bölümde bir başka kasabalının öyküsü anlatılıyor. Bununla birlikte romanı bitirmeye yaklaşırken anlıyoruz ki aslında anlatılan tek bir büyük hikâyedir. Öykülerin birbiri içine açılarak birbirini tamamlaması dışında, hikâyesi anlatılanların hayatlarındaki katlanmalar, bir döngü üzerinde tekrar edilenin, herkesi farklı biçimde kuşatan tek bir yaşam algılayışı olduğunu düşündürüyor.

Romanın en kasabalı hikâyesi, taşıdığı masumiyet özüyle Şaban’ınki belki de. Herkesin iyi- kötü bir lakapla adam yerine konduğu kasabada, Şaban’ın kendini gerçekleştirme sancıları da öncelikle bir lakaba sahip olmak içindir. Kasabanın yazlık sinemasında, içtiği şarabı üstüne, gözyaşlarını içine dökerken, tekrar tekrar seyrederek ezberlediği Yeşilçam melodramını kendi varoluşsal hüznüyle özdeşleştirir, seyrettiği filmlerdeki kızlar gibi evden kaçar Şaban, artist olmak için. Yaşantıyı imgelemde kurup aşkınlaştırma, yaşayamadan tüketme öyküsüdür onunki. Bunun kasabalı bir yanı yoktur aslında. Fakat yenilgisini kasaba hayatına özgülenebilecek bir dramatik acıyla yaşar.

Ona hiç benzemese de, kentin dilini sökmeye daha uygun olsa da, Feryat’ın hikâyesi de bir biçimde kesişir Şaban’ınkiyle. Her ikisi de kasabadan bir naylon poşetle çıkmış, bir naylon poşetle geri dönmüştür. Şaban’ın öyküsü, bir kadınınkine de benzer öte yandan. İstanbul’a jön olmak için kaçıp figüran kalmak zorunda olanlara pek yüz vermeyen Şaban ile kim olduğunu bilmese de uzaklardan gelecek birini bekleyen, kendisine sevdalı hiçbir delikanlıya yüz vermeyen Feymece’nin öyküsü aynı öyküdür bir bakıma. “… sahil kenarında otururken denizkızlarının meraktan bakıp hasetten çatladıkları Eleni…” ile kasabalı kadınların ne kadar arasalar da güzelliğinde kusur bulamadıkları Feymece de aynı kadın; sevdiği kadına bir ev verebilmek için son kozlarını oynayan İdris ile Feryat aynı erkektir bir bakıma. Her şeyiyle tamam olan (yani aslında olmayan) mükemmel erkeklerle büyük hayatlar kurmaya duran kadınlar ile başını sokacak bir evi olmasa da sevmeye sevilmeye hakkı olan, evlerini yolların götürdüğü yerde kuran erkeklerin hikâyesi geçmişten bugüne tekrar tekrar yaşanır. Denizin gözlerinden korktuğu için “üzerinde yıllarca yassı bir taş gibi sekmiş” Balıkçı Sülo’nun suya adım atar atmaz ölüp gitmesiyle, cümle mahlûkatı dize getirdiği halde karısına vurulmuş kilidi çözemeyen İdris Kaptan’ın yitip gitmesi tersinlemeli olarak birbirine benzer. Çünkü geçmişte Kel Tayfun’un meyhanesinde oturanlar, bugün onunla aynı adı taşıyan torununun meyhanesinde demlenirken, “yani aynı adla farklı zamanlarda yaşayan bir Kel Tayfun” varken, zaman çizgisel değil döngüsel akar bu kasabada. Hayatlar birbiri üzerine katlanır.
Roman kişilerinin hayatları böyle katlanırken, anlatı da her yeni hikâyenin evvel’den başlayarak birbiri içine akması biçiminde kurgulanmış. “Hiçbir hikâye yaşandığı ânın seslerini taşımaz, her hikâye geçmişiyle vardır.” diyen yazar, öyküleri en heyecanlı yerinde kesip, bir başka öyküye uzanmış, onu öncekine ve sonrakine bağlayarak. Mit anlatan yazarın dili mitosa özgü bir üst-dil olduğu için, bir masaldan başka bir masala geçer gibi okunuyor öyküler de. Ferhat Uludere’nin dili, örneğine her zaman rastlanmayan bir erkek duyarlılığı da taşıyor.

“…herkes gibi Hazan da biliyordu: Bir evde bir şey kırıldığı zaman ev de kırılırdı. Ev bir kere kırılınca artık şiir okunmazdı o evde; müzik dinlenmez, resim yapılmaz, ev bir kere kırılınca şarkı söylenmezdi artık… Sadece ev değil insanlar da kırılırdı, zaman kırılırdı ve sevgi kırılırdı. Aşk kırılırdı ve aşkın kırılması başka bir şeye benzemezdi, aşk kırılınca deniz de kırılırdı.”

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Deli Bal

24 Mart 2011
Cumhuriyet Kitap

Geride bıraktığımız yılın dikkat çekici edebiyat olaylarından biri, 2010 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ni öykü dalında kazanan Pelin Buzluk ve onun Deli Bal’ı ile tanışmamız oldu. Az miktarıyla sarhoş etme gücündeki “deli bal” gibi elimizde duruyor şimdi bu incecik, çarpıcı kitap. Kentlerin ormanından devşirilen ağuların felç edici acılara soğurulduğu hikâyeler buruk ama güzel, derin bir edebiyat tadı sunuyor. Gerçeği, gerçeküstünün olanaklarıyla yeniden üreten alegorik öyküler, “var olmak için görülmek” ile “hayatta kalmak için görülmemek / varoluş hakkından vazgeçmek” temaları arasında gidip gelen bir sarkaç üzerinde. Rotasına dizilmiş on öykü, yabancılaşma, ötekileşme, yüzleşme, seçim ve kendini yeniden kurma izleklerini taşıyor. Bu tanıdık izleklerde Pelin Buzluk’un ayırt edici özelliği, çok çarpıcı imgeler yaratmasında ve bir ilk kitaptan beklenmeyecek ölçüde usta yazarlığında.

İlk öykü Sürek ve ardından gelen 62 Tavşanı özne-nesne olma durumu açısından tersinlemeli katlanan iki sürek avı öyküsü olarak, kitabın “hayatta kalmak için varoluş hakkından ödün verme” temasını başlatırken; özne-nesne ilişkisini sorgulayan Seyirciler Yokuşu da “var olmak için görünür olma ” temasını başlatıyor ve bunlar, sürgün edilmişler üzerinden anlatılıyor.

F. Kafka’dan “kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı” epigrafı ile başlayan Kafes, başkası olarak yeniden doğmaya karar veren birinin öyküsünü anlatırken, ben demek istediğimiz şeyin aslında karşılaşma fırsatı bulamadığımız birisi olduğu önermesini işliyor.

Göz Hareketleri, bir grup profesyonel yas tutucunun hikâyesi. Onlar için ölüm meslek gereği döktükleri taklit gözyaşlarıyken,  içlerinden birini kaybettiklerinde, ölümü bildikleri anlamının dışında algılayamayışları, öz matemlerini susmak zorunda kalışları, esaslı bir yabancılaşma öyküsüdür.“İçinde bulundukları durumu, gelecekten görüyorlardı. Geleceğin şu anki geçmişi olarak, üzerinden yıllar geçmiş bir ezgiyi, ağlanası bir anı gibi duyuyorlardı.”  

Gecenin El Yazısı, “yaşama uğraşımızda tek bir seyirciye (kendimize) oynayan kör bir oyuncu olabilir miyiz acaba?” sorusunu soruyor. Peki, yansımasını kendi aynamızdan bile sakladığımız bir çirkinlikse varlığımız? Görülmeme itkisi, nasıl uzlaşır, içimizde uluyan görülme arzusuyla? 2.9 Saniye, bu paradoksta kendini kahredercesine aşağılayan, bu aşağılamayla katharsis’e ulaşan öykü kişisinin psikolojik çözümüyle dikkat çeken bir öykü.  

Göstergelerinin birbiriyle tam örtüşmeyen yananlamlara açılması nedeniyle bildirisi biraz karışık da olsa Refüj diğerleri kadar etkileyici bir öykü. Refüj harikalar diyarında ötekileşene yer yoktur, hayatta kalmanın yolu, yabancılaşmaktadır. Halk denen akıntılı denizi yarıp “karşıya geçmek” çok zordur.“Renk renk otomobillerdeki koltuklarda oturan yüzleri bir çakımlık görüp yitirmek baş döndürücü bir hal almıştı.(…) Birden, bütün araçların sürücülerinin de, yan ve arka koltuklarda oturanların da aynı yüze sahip olduklarını fark etti. Hemen arkasına dönüp yolun diğer yönündeki araçların yolcularını da görmek istedi. Ancak görüntüler buğuluydu, aradan yıllar geçmişti.” 

Kitabın son öyküsü Puslu Bahçe, yırtıcı hayvanlarla dolu bir ormanın kıyısında, ormandan kopartılmış gibi görünen bir ağacın gölgesinde geçer. Büyüklerin dünyasındaki nefret, küçük Esme’nin dünyasında bir hasrete karşılık gelir.“Esme, ardından koşarken kamyonetin arkasına yapıştırılmış süs aynalarında kendini görmüştü. Kendini geride bırakan kendini. Ve bir yanını da o aynalarda babasıyla göndermişti, peşinden koşan Esme olarak.” Gerçek ile taklidi izleğini, gerçek ile sureti izleğine taşıyan öyküde, bir suret bir gerçeğin yerini alacak, aradığını bulduğu an kaybeden Esme, kendisini büyüten bir edimle seçme hakkını kullanacaktır.

Benim için kitabın en kışkırtıcı öyküsü 62 Tavşanı. Bir öykünün, devamını ya da çeşitlemesini okuma/yazma isteği uyandırması, okuyucunun zihnini, yaratıcı düş gücünü adeta bir zemberek gibi uyarması heyecan verici bir sanat olayı. Öykülerin birini diğerinden ayırmak zor ama, yine benim için, kitabın en güzel öyküsü Sadık Hidayet’in anısına yazılmış Aynanın Sonu. Öykülerin yaratacağı heyecandan çalmamak ve ne kadar çarpıcı alegorilerle örülü olduğunu okuyucuların keşif serüvenine bırakmak için öykü özetleri vermekten özellikle kaçındığımdan Aynanın Sonu için, sürrealist öykü evreninde, tahmin ötesi sıradışılıkta bir öykü kişisi ve unutulmaz imgeler olduğunu söylemekle yetineceğim. Her bir cümlesi tek okumayla bitmeyecek kadar derin ve üzerine düşünmek isteyeceğimiz çıkarımlarla yüklü öykü, Pelin Buzluk’un şimdiden ne kadar usta bir yazar olduğunu gösteriyor.