24 Nisan 2012 Salı

Bir Başkent Yaratmak





Mart 2012 , 1.sayı


Bir kent oluşturmak... onun her şeyini düşünmek , ihtiyaçlarını eksiksiz karşılamak, devamlılığını sağlamak ve  onu yönetmek...  nasıl bir şeydir... Seyre durduğumuz kentin muazzam büyüklüğünün ayırdına vardığımızda düşünürüz bunları daha çok. Bir banliyö treninde kentin varoşlarını selamlarken örneğin.  Şehrin nerelere, nasıl uzandığını ancak etrafını dolaşırken bilebiliriz çünkü. Hani “şurdaki evde oturana sorsan, o da “Ankaralıyım” der” diye düşünürüz ya... -evet o da Ankaralıdır tabii-,  bizdeki bu yadırgamayı oluşturan şey, kentin merkezi ile dış çizgisi arasındaki farktır. Ama elektrik direkleri, su boruları, sokak lambaları pekâlâ uzanmıştır oraya da. İşte en çok o zaman düşünürüz, belediyeciliğin zorlu bir iş olduğunu.  Filmi ileri sarar, kentin daha nelere nasıl uzanabileceğini kurgularız.

Eski Ankara fotoğraflarına bakarken ise filmi geri sararız. Bugünkü falanca meydanın ya da caddenin eski hali değildir yalnızca o sepya kareler. Bakmaktan kendimizi alıkoyamadığımız şey,  geçmişe özlem desek... yalan olur biraz. Yeni Türkiye Devleti için Cumhuriyet’in ilk kuşağının kurguladığı “başkent”in ilk fotoğrafları, bir mimarın küçük ölçekli modellemesini andırır çoğu zaman: Kalabalık yoktur. Otomobil, çoğu zaman parmakla sayılacak kadar azdır. Ağaçlar, fidandır henüz. Bulvarlar ıssız birer yol.

Ankara, 13 Ekim 1923’te başkent olduğunda, yaklaşık 20 bin nüfuslu küçük bir Orta Anadolu kentiydi. Kale içindeki eski kentten ve kale etrafında dar ve kıvrımlı sokaklar boyunca sıralanan mütevazı evlerden oluşuyordu. Sık sık söylendiği gibi geri kalmış bir bozkır yerleşimi değildi. İpek Yolu üzerindeki hanları ve öteden beri süren sof ticaretiyle Ankara eskiden de bir merkezdi. Ancak son yüzyıl içinde yaşanan ekonomik çöküntünün ardından savaş yıllarıyla gelen yoksulluk şehrin üzerine iyice çökmüş,  1917’deki yangın koşulları daha da ağırlaştırmıştı. 19. yy. gezginleri için Ankara hüzünlü ve bakımsız bir şehirdi.

Milli mücadelenin yönetim merkezi olarak seçildiğinde, tarih Aralık 1919’du. İşgal altında değildi, coğrafi olarak Anadolu’nun merkezindeydi ve bir simge olarak Osmanlı devletinin temsili olan İstanbul’la uzaktan bile ilgisi yoktu. Süslü-püslü, iyi baskılı, pahalı bir kâğıt değildi ama temiz ve yeni bir sayfaydı.
Kurtuluş Savaşı bittikten sonra, yeni Türkiye devletinin başkentin yine İstanbul olacağı düşünülse de, hatta bazı büyük devletler Ankara’ya büyükelçilik açmamakta ısrar etse de, İstanbul’un payitahtlığına kesin olarak son verildi. 9 Ekim 1923’te Malatya mebusu İsmet Paşa ve 14 arkadaşının sunduğu kanun teklifinin dört gün sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmesiyle, yeni Türkiye’nin başkenti Ankara oldu. Bu bir başlangıçtı. Görünen, Osmanlı kimliğinden ve görünümünden uzaklaşılmakta olduğuydu.  Gerçek ise ulus devlete geçişin başlamış olduğu.

Geleneksel yapısıyla eski Ankara,  yaratılmak istenen yeni ulusal burjuvazinin kültür imajına uymuyordu. Modern bir başkentin kuruluşu, yeni rejimin başarısıyla özdeş olacaktı. Yoğun bir yapılaşmaya sahne oldu Ankara. Bugünlerin deyimiyle  -hani duvarın yıkılışından sonra Berlin için de çok kullanılmıştı-   bütün kent kocaman bir şantiye oldu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun deyişiyle Ankara baş döndürücü bir hızla gelişiyor, Taşhan önünden Samanpazarı’na; Samanpazarı’ndan Cebeci’ye, Cebeci’den Yenişehir’e; Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru uzanan alanlar üzerinde apartmanlar, evler , resmi binalar kısa süreler içinde art arda yükseliyordu. Eski kent içindeki boş arsalara ve sur dışında açılan gelişme alanlarına da yeni konutlar yapılıyordu.

1924’te çıkarılan bir yasayla,  İstanbul’un belediye modeli Ankara’ya uyarlandı ve Ankara Şehremaneti kuruldu. Bu belediye, 1930’a kadar bataklıkları kuruttu ve çeşitli türde yapı malzemesi fabrikaları kurdu. Fabrika işçileri için konutlar yapılırken kentsel hizmetin sağlanmasına ilişkin önemli adımlar atıldı: Gaz deposu ve un fabrikası kuruldu, bir de örnek fırın yapıldı. Bu dönemin en büyük atılımı, kurulacak yeni şehir (Yenişehir) için arazi sağlamak amacıyla yapılan büyük kamulaştırma hareketi oldu. Şehremaneti’ne bu yetki 1925’te çıkarılan yasayla verildi.   

1927’ye gelindiğinde, Ankara’nın nüfusu 74 bine ulaşmıştı. Apartmanların yanı sıra bahçeli ev tipinde, ayrık düzende memur konutları da inşa ediliyordu. Devlet tarafından yapılan bu bahçeli memur evleri, yaratılmak istenen kentsoylu yaşam çevresinin resmini çiziyordu. Bu model özel sektörce de benimsenince, orta ve üst gelir grupları için Sıhhiye’den Kızılay’a, bulvarın iki yakasında, birer ve ikişer katlı bahçeli evler yapıldı.
Fakat bunların tümü, plansız imar girişimleriydi. Yapılarda üslup birliği yoktu. Yerleşme biçimi dağınıktı. Bunu düzeltmek için 1927’de açılan uluslararası yarışmayı Berlinli mimar Hermann Jansen kazandı. Hazırladığı Ankara İmar Planı 1932’de onaylanarak yürürlüğe girdi. Jansen Planı, ana ulaşım akslarını, açık alanları ve kentsel yaşam merkezlerini belirlemişti. Buna göre, ticari merkez Ulus’ta, yönetim merkezi Yenişehir’de olacaktı.

Bunu izleyen dönemde çok şey değişti Ankara’da. 1930’larda kamu eliyle büyük projeler yapıldı. Bakanlık binaları, kamu binaları ve bankalar inşa edildi. Kent bambaşka bir çehreye büründü. Arzu edilen olmuştu; yeni Ankara, yeni devleti temsil ediyordu. Küçük bir Orta Anadolu kentinden, bayındır bir başkent olma sürecine Ankara projesinin başarısı, Sovyet yönetmen Sergei Yutkeviç’in  1933 yılında çektiği Türkiye’nin Kalbi Ankara adlı belgesel filmine de konu olmuştu.
Abdülhak Şinasi, Ankara’nın imar edilme öyküsünü Varlık dergisinin 15 Ağustos 1933 tarihli sayısında şöyle anlatıyordu:

“Ankara’ya ilk yoksulluk zamanlarında gelip onunla birlikte yoğrulan, onunla hem-hâl olanların ruhi haletlerini tasavvur edin! Şehrin yavaş yavaş nasıl büyüyüp güzelleştiğinin hikayesini bu ilk yeni Ankaralıların ağzından işitmelidir. Ankara’nın o çok mütevazı yapıları yapılırken, bunları nasıl sevinçle seyrettiklerini ve bunların karşısında ne lezzet duyduklarını asıl onlardan dinlemeliyiz. Ankara Şehremaneti de bu ilk gelenlerin hatıralarını bir altın kitapta kaydetmeli ve bu eski manzaraların bir albümünü toplamalı değil midir.
Çocuğunun büyüdüğünü, zekasının karanlık içinde yaaş yavaş açılan bir ziya gibi kuvvetlendiğini gören bir bab atarzında, bu şehrin kat kat, ev ev büyüdüğünü, sokak sokak genişlediğini, manzara manzara açıldığını, istirahat, medeniyet ve sanat için git gide yer kazandığını; bünye, fikir, his için gittikçe elverişli olduğunu en samimi bir gururla seyretmiş olanlar, onu hususi bir eser itinası ile sevmekte haklıdırlar.”

Bugün Ankara’nın nüfusu, 4,5 milyonu aşmış durumda. Kentin ilk ve tek yürüyen merdivenine sahip olduğu için Ulus’taki Anafartalar Çarşısı’nın “Yürüyen Merdivenli Çarşı” olarak bilinmesi tarih oldu.  Kavaklıdere’deki İş Bankası gökdeleninin bir zamanlar kentin tek gökdeleni olduğu da unutuldu.   İstanbul’la karşılaştırılmaktan ise, hâlâ kaçınamıyor. Gri bir kent olduğunun söylenmesini duymaktan  çoktandır bıktı.  Gri olan ben değilim, beni saran hava demek istiyor. Demokrasinin rüzgarları gündoğusu ve günbatısı arasında gidip gelirken, Ankara geleceğe yeni fotoğraflar biriktiriyor.    



web sitelerindeki yazılar













Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri
http://eksisinema.com/sen-aydinlatirsin-geceyi-2013-zihninin-icindeki-yel-degirmenleri/

18.Ankara Tiyatro Festivalinde Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosundan Cadı Kazanı
http://www.tiyatronline.com/yazarlar/4026/haber/4826/pinar-senel-18-ankara-tiyatro-festivalinde-bornova-belediyesi-sehir-tiyatrosu-ndan-cadi-kazani

Eleştirmen mi? O kim?
http://www.tiyatronline.com/yazarlar/4026/haber/2587/pinar-senel-elestirmen-mi-o-kim

Yastık Adam-laşma
http://www.tiyatroelestirmenleribirligi.org/elestiri-yazilari/252-yastik-adam-lasma

"Belki şehre bir film gelir" yerine "film, şehrin her yerindedir" diyebilmek

http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/belki-sehre-bir-film-gelir-yerine-film-sehrin-her-yerindedir-diyebilmek-83395