9 Aralık 2013 Pazartesi

Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri

Sen Aydınlatırsın Geceyi

Eksisinema.com/blog
Aralık 2013

“Döngünün üzerindeki bir daire gibi dön,
                                                        tekerleğin içindeki tekerlek gibi (...)
                                                                       Dünya, zihninin içindeki yel değirmenlerinde                                                                                 bulduğun daireler gibi.*

Onur Ünlü filmin öyküsünü yazarken aklından The windmills of your mind geçiyor muydu,  yoksa metinler arasındaki bu ilişki bir rastlantı mı bilemiyoruz ama Cemal'in kafasında dönen çemberlerin, zihninin yel değirmenleri olduğu kesin.

“Ya her şeyi bilince ya da hiçbir şey bilmeyince böyle kafası karışık olur insanın” dediği gibi -kendisini Lucifer olarak kabul edebileceğimiz- Dündar'ın;  hayli kafası karışıktır budala gibi görünürken herkesten akıllı olan Cemal’in.

Sen Aydınlatırsın Geceyi, ölümlü bir dünyada var olmaya çalışmadaki saçmalığın ayırdına varan birinin, saçma'nın bilincine erdiği ve ona dayanmaya çalıştığı yerden sesleniyor: Hiç olmasaydık ne olacaktı o zaman? Bu, “bizsiz bir dünya neye benzerdi” diye sormaktır aynı zamanda ve filmin finalinde güçlü bir yanıt bulacaktır. 

s2 Sen Aydınlatırsın Geceyi (2013): Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri

Adını, Cevat Çapan’ın çevirisiyle W. Shakespeare’in 28. Sonesi Thou Gild'st The Even’dan alan Sen Aydınlatırsın Geceyi, varoluşçu felsefenin temalarını absurd dramla anlatan etkileyici bir sinema örneği. İsmi kadar lirik bir balad; çaresizliğimizi kelimenin tam anlamıyla “elimize veren” bir içli şiir.

Var oluşun anlamını kavramaya çalışan, anlam veremedikçe kendini bir kaos içinde hisseden Cemal (Ali Atay), uğraştığı felsefi problemin karmaşıklığı karşısında, çok basit ve yalın biçimde, iç güdülerinin baskısı altındaki insanın temsilcisi olarak çıkar karşımıza. Ege’nin küçük bir kasabasında, bir berberin oğlu, yalnız bir taşralı erkek, dünyaya uyumsuz kalmış bir kafası karışık olarak bizden pek farkı yoktur aslında. Değil mi ki hepimizin dünyası küçük, herkes yalnız, en uyumlu görünenler bile gözlerinden okunan bir varoluşsal şaşkınlık içinde…

İşte bir kez daha, W. Shakespeare, çağlar üstü bir bilgelikle insan denen yapının çağdan,  coğrafyadan, sınıflardan ve tüm diğer ayrımlardan bağımsız olarak daima aynı derinlikte (ve aynı sığlıkta) olduğunu anlatıyor, bu kez Onur Ünlü eliyle. Senarist ve yönetmen Onur Ünlü Shakespeare’e kurduğu köprüde, Akhisarlı Romeo-Juliette sahnesinden, kanın gövdeyi götürdüğü dehşet hallerine kadar, etkileyici bir tragedya sunuyor bize.  Filmin fantazma katmanı, sadece bir efekt. Hamlet’in babasının hayaletinin tragedyadaki yeri neyse, buradaki fantastik biçemin yeri de o. İzlediğimiz, varoluşsal bunaltı içinde kıvranan, eyleyerek var olmayı ret eden bir anti kahramanın, kuşku-aldanış-yıkım döngüsünde yıkıma uğradığı trajedisidir.

s1 Sen Aydınlatırsın Geceyi (2013): Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri

“World is like an apple” - Dünya bir elma gibidir.

Geceleri televizyon karşısında oburluk edip oyalanıp gitme rutini içinde“ye oğlum ye, elma iyidir” der babası (Ahmet Mümtaz Taylan) Cemal'e. Yani, “Bir şeyler yap sen de, durma böyle.”

Bir şeyler yap sen de durma böyle! Çünkü büyük bir elmadır dünya, tadını çıkarmak gerekir. Bunun için onu ısıra ısıra yemek gerekir. İnsan da öyledir; kendisini adım adım eylemleriyle var edebilir. Ne elmayı ısırmaktan korkmalı; ne eyleyen olmaktan geri durmalı. Çünkü hiç bir şey yapmadan duranın, ol-a-ma-yan’ın hali, hiçlikten beterdir. 
P. Neruda’nın “ağır ağır ölür….” dediğinden.  Hayatta olmak ile hiçe sayılmak arasında sıkışıp kalan insanın trajedisinden.

Cemal’in asal sorusu “hiç olmasaydık ne olacaktı o zaman”ın karşılığı, filmin finaliyle yer ediyor belleklerimize çarpıcı biçimde. Kendisine bir yer açmaya çalıştığı yerde, varlık ile hiçlik arasında kilitli kaldığında. Dünya bizimle mi bâkidir o halde diye soruyoruz o noktada? Bizim olmadığımız dünya, biz yoksak hiç olmamıştır diyebileceğimiz bir yok ülke midir? 

Canlı hayvan tüccarı Dündar’a göre (Serhan Keskin) kafayı bunlarla yormaya gerek yok. Dünya kötüdür ve değiştirilemez. Bu ölümlü dünyada, dünyanın derdi çözülemez. Sysphos gibi hep başa döneceğini bile bile hep aynı yükü çekmeye; öleceğini bile bile yaşamın anlamını aramaya gerek yoktur. (Bunları söyleyenin, bir ölümsüz olması  ilginçtir. )


“Kötüyüm ben, içlerim böyle hep kaskatı”

İnsan doğasındaki kıyıcılığın avlanma eylemi üzerinden anlatıldığı filmde, karakterler hem av hem avcı olan kurbanlardır. Çünkü (ister hayvan avlasın ister insan) Ava giden, avlanır. Çünkü “o da kendi ekmeğini derdinde” bir canlının var olma hakkını elinden alan; tırnaklarından başka bir şeyi olmayanı kurşunla yere seren, artık iflah olmaz, lanetlenir.  Kendisi kurtulsa, yavrusu avlanacaktır. Avın her türlüsü şiddettir; şiddet de şiddeti doğuracaktır. Ta ki içimizdeki bu katılığı yumuşatacak doğaüstü bir şey bulana kadar. Aşk’ı bulana kadar.


Baht dönüşü

Cemal'in baht dönüşü de aşkı bulduğunda olur.  Aşk değiştirir birçok şeyi. Zihninin içinde dönüp duran yel değirmenleri durur. İç savaş bitmiştir. 

Bir gündüz düşüdür aşk. Birlikte hayal kurmak, birlikte uçmaktır. Birlikte kusana kadar abartmaktır, mutluluğu getiren şeyi. En yalın haliyle bir aydınlanmadır.

Yarayla alay eder yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
Sen çok daha parlaksın çünkü...
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
Sen aydınlatırsın geceyi.

İnsanların birbirine güvenmediği, konuşmanın bir iletişim aracı olmadığı dünyada, aşk bir mucize, dokunulsa kırılacak bir sırça fanus, en mutlu anlarda endişeyi arka kapıdan alan bir karmaşadır.  Filmin mottosunda olduğu gibi “insan endişeden yaratılmıştır”. Mayasında bu olduğu müddetçe, endişelenecek bir şey mutlaka bulacak; “düşüncenin  soluk ışığı bulandıracaktır, yürekten gelenin doğal rengini.” (*)

Biçimsel kuruluş

Martin Esslin absürd tiyatro için “İnsanın durumundaki saçmalığın verdiği metafizik acının dramıdır” der. Cemal’in kendi hayatına yabancılığını ve içinde bunaldığı kaosu anlatmak için gerçek ile gerçeküstünün buluştuğu bir platoyu tercih etmiş film. Biz farkında olmasak bile gündelik hayatımız da biraz öyledir aslında. Gerçekte olmasa da zihinlerimizde duvarları geçer, göstergeleri çözer, niyetleri okur, sözlerimizle öldürür, bakışlarımızla diriltiriz. Zamanı on yıllar boyunca tek bir anın içinde dondurur; her gün aynı günü yaşadığımız halde değiştiğimizi düşünürüz. Böyle bakınca hepimiz doğaüstü güçleri olanlarızdır.

Olay örgüsünden çok imge dokusunun biçim verdiği film, bilinen gerçeğe benzemeyen, ama kendi içinde tutarlı olan bir anlatı dünyasında, saçmayı saçmalamadan anlatıyor. Bir balad kadar ince; bir şimşek kadar irkiltici, şok edici biçimde.

Filmin siyah-beyaz çekilmiş olması, farklı bir gerçeklik düzleminin oluşumuna katkı sağlıyor.

Ayşenil Şamlıoğlu, Kız Şevket rolünde büyük sürpriz. Kendisine bu kadar benzeyen bir erkek kardeşi mi vardı diye düşünmeden edemiyor insan; bu kadar olur! Zaten filmin oyuncu kadrosu için kelimeler yetersiz. Nasıl tarif edilir Ahmet Mümtaz Taylan’ın, her rolünü, öncekilere benzediği halde onlarla karıştırılamayacak denli farklı yapan üstün oyunculuğu. Serhan Keskin’in, Ali Atay’ın, Cengiz Bozkurt’un birlikte yarattıkları bir başka gerçeküstü evrenin içinden orayı pek de hatırlatmadan sıyrılıp gelmeleri.

Oysa sinema ve tiyatro star sisteminden beslenir. En popüler dizinin ya da filmin oyuncuları, sonraki rollerine  -hatta gündelik hayatlarına- hep aynı yüzü, hep aynı rol kimliği taşırlar ister istemez. Ancak bazı oyuncular buna rağmen yaratırlar yeni güçlü karakterlerini. Burada oyuncularının hepsi, ..., Demet Evgar, Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak, Damla Sönmez, …, onları nereden tanıdığımızı unutturmayı başaran oyunculuklarında,   parçaların toplamından daha büyük bir bütünü yaratıyorlar.

Filme ruhunu veren bir başka şey, Racha Rizk’in sesinden “Mreyte, ya Mreyte”, filmi artık onsuz hatırlayamayacağımız bir başka sone. (**)

Bir söyleşisinde “bu filmle yeni bir dönem başlıyor benim için” demiş Onur Ünlü. Bizim için de öyle. Türk sinemasının varoluşçu bir sinema başyapıtı var artık.





(*)  The windmills of your mind, Sözler, Alan ve Marilyn Bergman; Müzik: Michel Legrand.  Barbara Streisand'ın yorumundan dinlemek için:   http://www.youtube.com/watch?v=cxPp-wRxNoc

(**)  Hamlet, Olmak ya da Olmamak tiradı, III.Perde I.Sahne'den.

23 Eylül 2013 Pazartesi

Yas Gemisi

BTS HABER
 Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası dergisi 
Eylül 2013


"Gemilerin ölüsü bile para ediyor; gemi işçilerininse dirisi sudan ucuz.  
Aşk yok pahasında; sömürü ise servet değerinde, patronun cebinde."


Türkiye’de büyük kentli halk gezmek için yurt dışını giderek artan yoğunlukta tercih etmeye başlayalı on yıl oldu herhalde. Yurt dışı gezi üst sınıftan üst –orta sınıfa doğru yaygınlaştı. Bayram tatillerinde Avrupa başkentlerinin meydanlarında ve sokaklarında adım başı Türkçe konuşan birilerine rastlamak olağan. Denizler için de aynı şey geçerli. Türk gibi sigara içmenin hakkını her yerde veren ve izmaritini güverteden aşağı sallandırmakta sakınca görmeyen vatandaşlarımızın gerilerinde bıraktıklarını İspanya kıta sahanlığına kadar görmek mümkün. Çünkü son bir kaç yılın yeni keşfi ve yükselen tatil biçimi de kruvaziyer gemilerle Ege’de, Adriyatik'te, Akdeniz'de dolaşmak. Karadan bu kadar uzaklara açılınca her şey mütevazı olsa gerek diye beklenir ama öyle değil; bu yüzen oteller beş yıldızlı hizmet verdikleri için karadaki oteller standardında muazzam biçimde su, enerji ve diğer şeylerden tüketirler.

'Diğer şeyler' içinde sendikasız emek gücü de var. Siz hiç duydunuz mu kruvaziyer gemi mürettebatı iş durdurdu, greve gitti vb. diye. Açık denizde her şey olur ama grev olmaz. Olsaydı, çok etkili olurdu çünkü. Zoruna giden bir şey olduğunda yürüyüp gidebileceğin bir kara olmadan, bir bunalım durumu içinde, denizin ortasında öylece kalakalmak. Bir mahpusun hissettiği çaresizliği anlayarak.

Açık denizde seyrüsefer ederken yaşanan sorunlardan ayrı olarak, o gemiler yapılırken, hatta sökülürken de zordur işçinin hayatı. Hele bu ülke Türkiye'yse. Tuzla tersaneleri, işyeri olmaktan çıkıp adeta ölüm kampı haline geldi. 2007 Ağustos'undan beri ölen işçi sayısı 159. Bu rakam neredeyse her ay 2 -3 işçinin ölmesine karşılık geliyor.


Gemi ve tersane işçilerinin ölümlü kazalarına dair son haber İzmir Aliağa gemi söküm tesislerinden geldi. Burada da son sekiz ayda 6 işçi ölmüştü. Ağustos ayı başındaki son kazada ölen 2 işçi, Aşk Gemisi dizisinin çekim platosu olan ve artık hurdaya çıkarılmış bulunan Pasific adlı geminin sökümü sırasında hayatını kaybetti. Geminin aşka, şöhrete, gösteri dünyasına dair imgesi tepetaklak olurken o artık bir yas gemisi olarak, iki işçiyi sevdiklerinden ayırdı.  

Quail Cruises  firmasına ait geminin sökümü sırasında Doğan Balcı ve Davut Özdemir, geminin tahliye pompasından çıkan gazla zehirlenerek öldü, ki Doğan Balcı orada işçi değil; işin kendisine o gün zorla yaptırıldığı bir bekçiydi.

O iş için eğitilmemiş birisini, deneyim ve profesyonellik isteyen bir alana metazori itmek ne demektir? İşgücü maliyetinin yok pahasına ucuz olduğu demektir.  İşçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri fazladan masraf kabul edildiği için, işgücü maliyetine dâhil edilmiyor demektir. İnsanlar tersanelerde bu yüzden yapraklar gibi dökülüp ölüyorlar demektir.

Aşk Gemisini sökerken ölen Doğan Balcı ve Davut Özdemir’in ardında kendi âşıkları kaldı, gözü yaşlı. Çorba pişirmek için yevmiye bekleyen eş, çalışırken üşümesin diye oğluna çorap ören anne, “baba” diyebilmek için akşamı bekleyen ama babaları artık gelemeyecek olan evlatlar...


Oğlunun arife günü gördüğü bir rüya üzerine kendisine söylediği sözleri nakleden anne Saadet Balcı, oğlunun "Anne, 'kalabalık olacaksınız sandalyeleri damdan çıkarın' dediğini aktardı. “Ben de '15 tane oğlum yeter' dedim, 'Hayır anne daha kalabalık olacaksınız, çıkarsın babam şuraya koysun" dedi” diye anlattı. (…)
Yetim kalan çocukları Sevgi (13) ve Sinem'in (8) hemen yanında oturan Hatice Balcı, büyük bir acıyla eşinin ölümüne neden olduğu belirtilen "ihmal" zincirini şöyle anlattı: "Bayramda (birinci gün) çalışmaya, bekçiliğe gitti. Eve dönerken tekrar çağırıyorlar 'arıza var' diye. Geri geliyor, gemiye tıkıyorlar. Bunlar zehirleniyor ama acile getirmiyorlar. Orada 09.00'dan 11.00'e kadar yatırmışlar. Eve getirdiler, evde yattı. Şerbet, ayran içirdik, bayağı bir yattı, kendini bilmez... Bayramda (üçüncü gün) tekrar çağırdılar, tekrar gitti, yine aynı gemiye, zehirlendikleri halde yine tıkmışlar, ben davacıyım."
Annelerinin "davacıyım" sözüne Doğan Balcı'nın küçük kızı Sinem "ben de" diye destek verdi. Hatice Balcı, eşinin bayramın birinci günü yaşadıkları zehirlenmenin ardından kendisine hiçbir önlem alınmadığını anlattığını belirterek, "Hiçbir önlem yoktu diye kendisi de söyledi zaten, ilk girdiğinde ölüyorduk” diye söyledi" dedi.
Denizhaber.com – 12.8.2013

7 işçinin de yaralandığı bu olayın meydana geldiği Aliağa gemi söküm tesislerinde sendikalı olan işçiler bırakın yaşam şansı bulmayı, tesisin kapısından bile sokulmuyormuş.  Tesadüfe bakın ki 1980’li yıllarda “bir araya gelmeye dair” başka bir hikâyede rol almış aynı tesisler.

1941 yılında Pearl Harbour saldırısından yara almadan kurtulan Solace hastane gemisi, hayatları bu gemide oldukları için kurtulan askerlerce yüceltildi ve Solace kabartmalı madalyalar takan bu grup, ABD’de savaş karşıtı gruplara ilham verdi.  ABD hükümeti bu nedenle rahatsız olup gemiyi satışa çıkardığında, adının Türkçe karşılığı teselli olan Solace’ı alan Türkiye oldu.  Adı Ankara olarak değiştirilen ve uzun yıllar Avrupa’ya seferler yapan gemi hurdaya çıkarıldığında onun da getirildiği yer İzmir Aliağa tesisleriydi.  Solace/Ankara’nın röntgen odasından sökülen kurşun, Haliçport projesi nedeniyle bugünlerde sıkça konuşulan eski imparatorluk tersanesine gönderildi çünkü o sırada restorasyon gören Çorlulu Ali Paşa camisinin şadırvanında kurşuna ihtiyaç duyulmuştu.   

Türkiye’nin üç büyük sivil tersanesinin tarihinde mutlu olaylar da vardır şüphesiz ama iz bırakanlar hüzünlü olaylar.  Hayatta kalmaya programlanmış bir dünyada,  can taşıyan bir varlığın son nefesi, o âna tanıklık eden herkes için bir iç sızısıdır.

Tarihi binaların yıkılması gibi içinde nice hâtıra barındıran gemilerin sökümü, o geri dönüşsüz yok oluş hüzün verir de, her hücresinde varoluşun özünü taşıyan ve bu özü milyonlarca kez yineleyen bir insanın hayatının tükenişi kahretmez mi?  Gemilerin ölüsü bile para ediyor; gemi işçilerininse dirisi sudan ucuz.  Aşk yok pahasında; sömürü ise servet değerinde, patronun cebinde.


 



Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın açıklamasına göre Temmuz 2013 itibariyle 11.5 milyondan fazla işçi olmasına karşın, sendikalı olanlar, 1 milyon bile değil. Gerçekte,  sigortasız çalışanlar ve ev işi yapan kadınlar gibi görünmeyen emek de dâhil edildiğinde çalışan sayısı 30 milyona yakın. Sendikalaşma oranı ise kayıtlı emek içinde  %10’ların altında. Kayıtsız çalışanlar da düşünüldüğünde %3’ün altında.  Bu oranlara sarı sendikalaşma da dâhil üstelik.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2012 İş Kazaları Raporu’na göre iş kazalarında ölen işçi sayısı 745. Bunların 61’i kadın. Çocuklar da var ölen işçiler içinde. 10 yaşında Ökkeş, 12 yaşında Sabahattin, 14 yaşında Yakup ile Salih, 15 yaşında Nezir, 16 yaşında Ferdi ile Süleyman ve 17 yaşında ölen Hüseyin olmak üzere 8 çocuk işçi Temmuz 2013’te iş kazalarında öldüler.


Kaynaklar:       Cumhuriyet, 12.8.2013 ve 3.9.2013
Denizhaber.com, 12.8.2013
Solfasol, Sayı 28, Ağustos 2013




2 Mayıs 2013 Perşembe


Mayıs 2012, 3.sayı
  







Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali'nin 15 Yılı




Böyle başladı her şey. Mütevazı bir afişle. 
Bir film şeridi ve ona değen bir kadın eliyle. 
Müthiş bir şey olacaktı, bir kadın örgütü dünyanın dört yanından kadın filmleri, kadın öyküleri derleyecekti. Mücadele içindeki kadınların susma, bağır diye başlayan çağrısı yeni akisler yapacaktı. Gelecekte ne kadar büyüyeceğini kendisi bile tahmin edemezdi ama o film şeridi on yıllara uzanacak, dünyanın bütün kadınları bobinlere binip Ankara’ya uçacaktı. 





Kendini feda eden cesur kadınların zaferleri taşıdı bizi buraya. Vefakâr feministler… gülerken  de unutmazlar onları ağlarken de. Mücadeleye sinemayla katılan kadınları, Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivali onları saygıyla selamlar.




Cam fanusa büyük düşler çağırıyordu iki kadın. Sığmayınca düşler oraya, gişenin boşluklardan sızıp film şeritleri üzerinde dünyayı dolaştılar. Milenyumun ilk yılıydı. Kısaca ’00 diye yazdık ama dikkatli bakın, sıfır değil onlar; gişenin konuşma deliği, kadınların dili onlar! Kadınlar sesini daha çok duyuracak yeni bin yılda. Festival filmlerimiz beş seansta beyaz salonda.





Cangıl radyo’dan yapılan anonsu Ankara’dan duyuyor. İspanya’da dövülen kadınla birlikte kanıyor. Antonia’nın yazgısının izini sürerken sinir krizinin eşiğindeki kadınlara katılıyor.Hayatı bir melodram filmi gibi akıp giderken birden ayaklanması bundan. Artık şanssız, kadersiz, kısmetsiz değil. Çünkü görünen o ki bir tek o değil, kadınlığına mağlup kılınan. Dünyanın her yerinden benzer kadın öyküleri derliyor kadın sinemacılar. Yitik kız kardeşlerini bulmanın sevinciyle havalara uçuyor kadın. Artık bi kendi yok, biz var!




 Siz bakmıyor, siz görmüyor, siz duymuyorsunuz diye kahredip içime kapandığım yeter artık! Bir ayna tutuyorum yüzüme, uzun bir ayrılıktan sonra tekrar merhaba diyorum kendime. Yansımamı sizin için büyütüyorum beyaz perdede.  Neden mi? Meydan okurken size, nasıl göründüğümü görün diye. 





Bir halkanın üzerindeki tek taş’a döngülenen şey, sırlı bir piramidin duvarları arasında anlamsız şekillere parçalanıyor. Böyle mi olacaktı, yazık, derken, biz öyle görürsek aslında bir çiçek dürbünü olan hayat, bir şeyi bozarken, yeni bir şey yapıyor. Sonsuz olasılıkların kaleydoskopu, dönüşüme inanana, devrimci bir film sunuyor.




Kadın mutsuzluğunun yirmi sebebi ne olabilir diye sorsak, yirmisi de aynı kapıya çıkar:
Bir takım adamlar! Kadınlarsa farklı renklerin dalga boyunda direniyorlar. Ama gün geliyor, bir senfoni için buluşan farklı çalgılar gibi, dünyanın her yerinden kopup her biri ayrı renkte yan yana umuda gökkuşağı oluyorlar.   




Çöpten adam sinemasında, aşk filmlerinin yönetmeni hep erkek, topu tutan hep Ali olmuş, Ayşe’ye hep seyretmek düşmüşse; ancak bir kadın filmleri festivalinde tersine döner her şey. Akla bir cin’lik, kareye cadılık düşer. 





 His-story anlatan tarih treni bir film şeridi olup aksa, saniyede 24 kareye ayarlı sinematografa 25.karede aslında kadın yok’u sığdırmış olurdu. Oysa her vagonda geçmiş zaman elbiseleri var. Kadınlar oradalar. Elbiselerini eskitemeden katledilen kadınlar tren zaman tüneline girdiğinde canlanıyorlar. Bize bir bilet mesafesi uzaktalar.





Kadın sineması kadın ruhunu mu yansıtır? Film şeridi neyin röntgen kâğıdıdır?
Kabına sığamayan kadınlar sinemada ayağa kalkarken, iyi bir film içimizi dışımıza mı çıkarır? 




O gün sokağa pencereden çıkmaya karar verdi. Kahramana değil bize rüzgâr olacak dostlara ihtiyacımız var, diye düşünüyordu süpürgesine binerken. Düşünceli olduğu için elektrik direğini fark etmemişti. Çarpınca bıısszzztt diye bir şey oldu… Şimdi içi saydam dışı akkordu. Canı çok yanmıştı ama, iyiydi bu yeni hali. Nasıl yapmalı da bu kor kor ateşi söndürmeden taşımalıydı? Sokağa baktı. Kadınlar vardı, her yerde. Kararını verdi: Sinema salonuna doğru uçmaya başladı.  Peşinden geliyordu kadınlar, onun rüzgârından etekleri uçuşurken.  





Gönüllülerin hepsi geldi mi? Çok işimiz var yapacak! Destekçiler aranacak, katalog çıkarılacak, biletler basılacak… sahi, gişelerde kim duracak? Söyleşi sorumlusu nerde, her şey tamam mı? Açılış gecesindeki partiyi herkese duyurduk mu?  Radyo spotları da harika olmuş bu arada!  Bir de afiş için aile fotoğrafı var. Yaklaşın kızlar, toplanın ortada şöyle… tamam, harikasınız, bozmayın, çekiyorum, hazııır…, gülümseyin,… onikinci diyeceksiniz! 




Sinemada kadına kötülük mü atfediliyormuş… aa, hiç farkında değilim.
İyi kadındır, Belgin Doruk’u severim.  Öteki mi? Bilmem… hiç düşünmedim.





Kral ve Ben

Yazan: BErk İktidar
Yöneten: Egemen Koalisyon
Oynayanlar: Homo Erectus kumpanyası
Yapımcı: Mahşerin Dört Atlısı







Yan yana duruyoruz film şeridini oynatmak için. 
Bir akkordan geçtikten sonra yansıyor perdeye hallerimiz. 
Filmde açan güneşin ışığı seyircilerden bir kadının tek taş yüzüğünden sekip bir çiçek dürbününün içine giriyor. Orada sonsuz kez biçim değiştirip dünyayı kadınlar için yeniden üretiyor. 
On beş yıldır.