Sen Aydınlatırsın Geceyi
Eksisinema.com/blog
Aralık 2013
“Döngünün
üzerindeki bir daire gibi dön,
tekerleğin
içindeki tekerlek gibi (...)
Dünya,
zihninin içindeki yel değirmenlerinde bulduğun
daireler gibi.*
“
Onur
Ünlü filmin öyküsünü yazarken aklından The windmills of your mind
geçiyor muydu, yoksa metinler arasındaki
bu ilişki bir rastlantı mı bilemiyoruz ama Cemal'in kafasında dönen
çemberlerin, zihninin yel değirmenleri olduğu kesin.
“Ya
her şeyi bilince ya da hiçbir şey bilmeyince böyle kafası karışık olur insanın”
dediği gibi -kendisini
Lucifer olarak kabul edebileceğimiz- Dündar'ın; hayli kafası karışıktır budala gibi
görünürken herkesten akıllı olan Cemal’in.
Sen
Aydınlatırsın Geceyi,
ölümlü bir dünyada var olmaya çalışmadaki saçmalığın ayırdına varan birinin, saçma'nın
bilincine erdiği ve ona dayanmaya çalıştığı yerden sesleniyor: Hiç
olmasaydık ne olacaktı o zaman? Bu, “bizsiz bir dünya neye benzerdi” diye
sormaktır aynı zamanda ve filmin finalinde güçlü bir yanıt bulacaktır.
Adını,
Cevat Çapan’ın çevirisiyle W. Shakespeare’in 28. Sonesi Thou Gild'st The
Even’dan alan Sen Aydınlatırsın Geceyi, varoluşçu
felsefenin temalarını absurd dramla anlatan etkileyici bir sinema örneği. İsmi
kadar lirik bir balad; çaresizliğimizi kelimenin tam anlamıyla “elimize veren”
bir içli şiir.
Var
oluşun anlamını kavramaya çalışan, anlam veremedikçe kendini bir kaos içinde
hisseden Cemal (Ali Atay), uğraştığı
felsefi problemin karmaşıklığı karşısında, çok basit ve yalın biçimde, iç
güdülerinin baskısı altındaki insanın temsilcisi olarak çıkar karşımıza.
Ege’nin küçük bir kasabasında, bir berberin oğlu, yalnız bir taşralı erkek,
dünyaya uyumsuz kalmış bir kafası karışık olarak bizden pek farkı yoktur
aslında. Değil mi ki hepimizin dünyası küçük, herkes yalnız, en uyumlu
görünenler bile gözlerinden okunan bir varoluşsal şaşkınlık içinde…
İşte bir
kez daha, W. Shakespeare, çağlar üstü bir bilgelikle insan denen yapının
çağdan, coğrafyadan, sınıflardan ve tüm
diğer ayrımlardan bağımsız olarak daima aynı derinlikte (ve aynı sığlıkta)
olduğunu anlatıyor, bu kez Onur Ünlü eliyle. Senarist ve yönetmen Onur Ünlü
Shakespeare’e kurduğu köprüde, Akhisarlı Romeo-Juliette sahnesinden, kanın gövdeyi
götürdüğü dehşet hallerine kadar, etkileyici bir tragedya sunuyor bize. Filmin fantazma katmanı, sadece bir efekt.
Hamlet’in babasının hayaletinin tragedyadaki yeri neyse, buradaki fantastik
biçemin yeri de o. İzlediğimiz, varoluşsal bunaltı içinde kıvranan, eyleyerek
var olmayı ret eden bir anti kahramanın, kuşku-aldanış-yıkım döngüsünde yıkıma
uğradığı trajedisidir.
“World is like an apple” - Dünya bir elma gibidir.
Geceleri
televizyon karşısında oburluk edip oyalanıp gitme rutini içinde“ye oğlum ye, elma iyidir” der babası
(Ahmet Mümtaz Taylan) Cemal'e. Yani, “Bir
şeyler yap sen de, durma böyle.”
Bir
şeyler yap sen de durma böyle! Çünkü büyük bir elmadır dünya, tadını çıkarmak
gerekir. Bunun için onu ısıra ısıra yemek gerekir. İnsan da öyledir; kendisini
adım adım eylemleriyle var edebilir. Ne elmayı ısırmaktan korkmalı; ne eyleyen
olmaktan geri durmalı. Çünkü hiç bir şey yapmadan duranın, ol-a-ma-yan’ın hali,
hiçlikten beterdir.
P.
Neruda’nın “ağır ağır ölür….”
dediğinden. Hayatta olmak ile hiçe
sayılmak arasında sıkışıp kalan insanın trajedisinden.
Cemal’in
asal sorusu “hiç olmasaydık ne olacaktı o
zaman”ın karşılığı, filmin finaliyle yer ediyor belleklerimize çarpıcı
biçimde. Kendisine bir yer açmaya çalıştığı yerde, varlık ile hiçlik arasında
kilitli kaldığında. Dünya bizimle mi bâkidir o halde diye soruyoruz o noktada? Bizim olmadığımız dünya, biz yoksak
hiç olmamıştır diyebileceğimiz bir yok ülke midir?
Canlı
hayvan tüccarı Dündar’a göre (Serhan
Keskin) kafayı bunlarla yormaya gerek yok. Dünya kötüdür ve değiştirilemez. Bu
ölümlü dünyada, dünyanın derdi çözülemez. Sysphos gibi hep başa döneceğini bile
bile hep aynı yükü çekmeye; öleceğini bile bile yaşamın anlamını aramaya gerek
yoktur. (Bunları söyleyenin, bir ölümsüz olması ilginçtir. )
“Kötüyüm ben, içlerim böyle hep kaskatı”
İnsan
doğasındaki kıyıcılığın avlanma eylemi üzerinden anlatıldığı filmde, karakterler
hem av hem avcı olan kurbanlardır. Çünkü (ister hayvan avlasın ister insan) Ava
giden, avlanır. Çünkü “o da kendi
ekmeğini derdinde” bir canlının var olma hakkını elinden alan;
tırnaklarından başka bir şeyi olmayanı kurşunla yere seren, artık iflah olmaz,
lanetlenir. Kendisi kurtulsa, yavrusu
avlanacaktır. Avın her türlüsü şiddettir; şiddet de şiddeti doğuracaktır. Ta ki
içimizdeki bu katılığı yumuşatacak doğaüstü bir şey bulana kadar. Aşk’ı bulana
kadar.
Baht
dönüşü
Cemal'in
baht dönüşü de aşkı bulduğunda olur. Aşk
değiştirir birçok şeyi. Zihninin içinde dönüp duran yel değirmenleri durur. İç
savaş bitmiştir.
Bir
gündüz düşüdür aşk. Birlikte hayal kurmak, birlikte uçmaktır. Birlikte kusana
kadar abartmaktır, mutluluğu getiren şeyi. En yalın haliyle bir aydınlanmadır.
Yarayla alay eder
yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
Sen çok daha parlaksın çünkü...
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
Sen aydınlatırsın geceyi.
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
Sen çok daha parlaksın çünkü...
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
Sen aydınlatırsın geceyi.
İnsanların birbirine güvenmediği, konuşmanın bir iletişim aracı
olmadığı dünyada, aşk bir mucize, dokunulsa kırılacak bir sırça fanus, en mutlu
anlarda endişeyi arka kapıdan alan bir karmaşadır. Filmin mottosunda olduğu gibi “insan endişeden yaratılmıştır”.
Mayasında bu olduğu müddetçe, endişelenecek bir şey mutlaka bulacak; “düşüncenin soluk ışığı bulandıracaktır, yürekten gelenin
doğal rengini.” (*)
Biçimsel
kuruluş
Martin
Esslin absürd tiyatro için “İnsanın durumundaki saçmalığın verdiği metafizik
acının dramıdır” der. Cemal’in kendi hayatına yabancılığını ve içinde bunaldığı
kaosu anlatmak için gerçek ile gerçeküstünün buluştuğu bir platoyu tercih etmiş
film. Biz farkında olmasak bile gündelik hayatımız da biraz öyledir aslında.
Gerçekte olmasa da zihinlerimizde duvarları geçer, göstergeleri çözer,
niyetleri okur, sözlerimizle öldürür, bakışlarımızla diriltiriz. Zamanı on
yıllar boyunca tek bir anın içinde dondurur; her gün aynı günü yaşadığımız
halde değiştiğimizi düşünürüz. Böyle bakınca hepimiz doğaüstü güçleri
olanlarızdır.
Olay
örgüsünden çok imge dokusunun biçim verdiği film, bilinen gerçeğe benzemeyen,
ama kendi içinde tutarlı olan bir anlatı dünyasında, saçmayı saçmalamadan
anlatıyor. Bir balad kadar ince; bir şimşek kadar irkiltici, şok edici biçimde.
Filmin
siyah-beyaz çekilmiş olması, farklı bir gerçeklik düzleminin oluşumuna katkı
sağlıyor.
Ayşenil
Şamlıoğlu, Kız Şevket rolünde büyük sürpriz. Kendisine bu kadar benzeyen
bir erkek kardeşi mi vardı diye düşünmeden edemiyor insan; bu kadar olur! Zaten
filmin oyuncu kadrosu için kelimeler yetersiz. Nasıl tarif edilir Ahmet Mümtaz
Taylan’ın, her rolünü, öncekilere benzediği halde onlarla karıştırılamayacak
denli farklı yapan üstün oyunculuğu. Serhan Keskin’in, Ali Atay’ın, Cengiz
Bozkurt’un birlikte yarattıkları bir başka gerçeküstü evrenin içinden orayı pek
de hatırlatmadan sıyrılıp gelmeleri.
Oysa
sinema ve tiyatro star sisteminden beslenir. En popüler dizinin ya da filmin
oyuncuları, sonraki rollerine -hatta
gündelik hayatlarına- hep aynı yüzü, hep aynı rol kimliği taşırlar ister
istemez. Ancak bazı oyuncular buna rağmen yaratırlar yeni güçlü karakterlerini.
Burada oyuncularının hepsi, ..., Demet Evgar, Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak,
Damla Sönmez, …, onları nereden tanıdığımızı unutturmayı başaran
oyunculuklarında, parçaların toplamından daha büyük bir bütünü
yaratıyorlar.
Filme
ruhunu veren bir başka şey, Racha Rizk’in sesinden “Mreyte, ya Mreyte”, filmi
artık onsuz hatırlayamayacağımız bir başka sone. (**)
Bir
söyleşisinde “bu filmle yeni bir dönem başlıyor benim için” demiş Onur Ünlü.
Bizim için de öyle. Türk sinemasının varoluşçu bir sinema başyapıtı var artık.
(*) The
windmills of your mind, Sözler,
Alan ve Marilyn Bergman; Müzik: Michel Legrand.
Barbara Streisand'ın yorumundan dinlemek için: http://www.youtube.com/watch?v=cxPp-wRxNoc