9 Aralık 2013 Pazartesi

Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri

Sen Aydınlatırsın Geceyi

Eksisinema.com/blog
Aralık 2013

“Döngünün üzerindeki bir daire gibi dön,
                                                        tekerleğin içindeki tekerlek gibi (...)
                                                                       Dünya, zihninin içindeki yel değirmenlerinde                                                                                 bulduğun daireler gibi.*

Onur Ünlü filmin öyküsünü yazarken aklından The windmills of your mind geçiyor muydu,  yoksa metinler arasındaki bu ilişki bir rastlantı mı bilemiyoruz ama Cemal'in kafasında dönen çemberlerin, zihninin yel değirmenleri olduğu kesin.

“Ya her şeyi bilince ya da hiçbir şey bilmeyince böyle kafası karışık olur insanın” dediği gibi -kendisini Lucifer olarak kabul edebileceğimiz- Dündar'ın;  hayli kafası karışıktır budala gibi görünürken herkesten akıllı olan Cemal’in.

Sen Aydınlatırsın Geceyi, ölümlü bir dünyada var olmaya çalışmadaki saçmalığın ayırdına varan birinin, saçma'nın bilincine erdiği ve ona dayanmaya çalıştığı yerden sesleniyor: Hiç olmasaydık ne olacaktı o zaman? Bu, “bizsiz bir dünya neye benzerdi” diye sormaktır aynı zamanda ve filmin finalinde güçlü bir yanıt bulacaktır. 

s2 Sen Aydınlatırsın Geceyi (2013): Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri

Adını, Cevat Çapan’ın çevirisiyle W. Shakespeare’in 28. Sonesi Thou Gild'st The Even’dan alan Sen Aydınlatırsın Geceyi, varoluşçu felsefenin temalarını absurd dramla anlatan etkileyici bir sinema örneği. İsmi kadar lirik bir balad; çaresizliğimizi kelimenin tam anlamıyla “elimize veren” bir içli şiir.

Var oluşun anlamını kavramaya çalışan, anlam veremedikçe kendini bir kaos içinde hisseden Cemal (Ali Atay), uğraştığı felsefi problemin karmaşıklığı karşısında, çok basit ve yalın biçimde, iç güdülerinin baskısı altındaki insanın temsilcisi olarak çıkar karşımıza. Ege’nin küçük bir kasabasında, bir berberin oğlu, yalnız bir taşralı erkek, dünyaya uyumsuz kalmış bir kafası karışık olarak bizden pek farkı yoktur aslında. Değil mi ki hepimizin dünyası küçük, herkes yalnız, en uyumlu görünenler bile gözlerinden okunan bir varoluşsal şaşkınlık içinde…

İşte bir kez daha, W. Shakespeare, çağlar üstü bir bilgelikle insan denen yapının çağdan,  coğrafyadan, sınıflardan ve tüm diğer ayrımlardan bağımsız olarak daima aynı derinlikte (ve aynı sığlıkta) olduğunu anlatıyor, bu kez Onur Ünlü eliyle. Senarist ve yönetmen Onur Ünlü Shakespeare’e kurduğu köprüde, Akhisarlı Romeo-Juliette sahnesinden, kanın gövdeyi götürdüğü dehşet hallerine kadar, etkileyici bir tragedya sunuyor bize.  Filmin fantazma katmanı, sadece bir efekt. Hamlet’in babasının hayaletinin tragedyadaki yeri neyse, buradaki fantastik biçemin yeri de o. İzlediğimiz, varoluşsal bunaltı içinde kıvranan, eyleyerek var olmayı ret eden bir anti kahramanın, kuşku-aldanış-yıkım döngüsünde yıkıma uğradığı trajedisidir.

s1 Sen Aydınlatırsın Geceyi (2013): Zihninin İçindeki Yel Değirmenleri

“World is like an apple” - Dünya bir elma gibidir.

Geceleri televizyon karşısında oburluk edip oyalanıp gitme rutini içinde“ye oğlum ye, elma iyidir” der babası (Ahmet Mümtaz Taylan) Cemal'e. Yani, “Bir şeyler yap sen de, durma böyle.”

Bir şeyler yap sen de durma böyle! Çünkü büyük bir elmadır dünya, tadını çıkarmak gerekir. Bunun için onu ısıra ısıra yemek gerekir. İnsan da öyledir; kendisini adım adım eylemleriyle var edebilir. Ne elmayı ısırmaktan korkmalı; ne eyleyen olmaktan geri durmalı. Çünkü hiç bir şey yapmadan duranın, ol-a-ma-yan’ın hali, hiçlikten beterdir. 
P. Neruda’nın “ağır ağır ölür….” dediğinden.  Hayatta olmak ile hiçe sayılmak arasında sıkışıp kalan insanın trajedisinden.

Cemal’in asal sorusu “hiç olmasaydık ne olacaktı o zaman”ın karşılığı, filmin finaliyle yer ediyor belleklerimize çarpıcı biçimde. Kendisine bir yer açmaya çalıştığı yerde, varlık ile hiçlik arasında kilitli kaldığında. Dünya bizimle mi bâkidir o halde diye soruyoruz o noktada? Bizim olmadığımız dünya, biz yoksak hiç olmamıştır diyebileceğimiz bir yok ülke midir? 

Canlı hayvan tüccarı Dündar’a göre (Serhan Keskin) kafayı bunlarla yormaya gerek yok. Dünya kötüdür ve değiştirilemez. Bu ölümlü dünyada, dünyanın derdi çözülemez. Sysphos gibi hep başa döneceğini bile bile hep aynı yükü çekmeye; öleceğini bile bile yaşamın anlamını aramaya gerek yoktur. (Bunları söyleyenin, bir ölümsüz olması  ilginçtir. )


“Kötüyüm ben, içlerim böyle hep kaskatı”

İnsan doğasındaki kıyıcılığın avlanma eylemi üzerinden anlatıldığı filmde, karakterler hem av hem avcı olan kurbanlardır. Çünkü (ister hayvan avlasın ister insan) Ava giden, avlanır. Çünkü “o da kendi ekmeğini derdinde” bir canlının var olma hakkını elinden alan; tırnaklarından başka bir şeyi olmayanı kurşunla yere seren, artık iflah olmaz, lanetlenir.  Kendisi kurtulsa, yavrusu avlanacaktır. Avın her türlüsü şiddettir; şiddet de şiddeti doğuracaktır. Ta ki içimizdeki bu katılığı yumuşatacak doğaüstü bir şey bulana kadar. Aşk’ı bulana kadar.


Baht dönüşü

Cemal'in baht dönüşü de aşkı bulduğunda olur.  Aşk değiştirir birçok şeyi. Zihninin içinde dönüp duran yel değirmenleri durur. İç savaş bitmiştir. 

Bir gündüz düşüdür aşk. Birlikte hayal kurmak, birlikte uçmaktır. Birlikte kusana kadar abartmaktır, mutluluğu getiren şeyi. En yalın haliyle bir aydınlanmadır.

Yarayla alay eder yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
Sen çok daha parlaksın çünkü...
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki,
Sen aydınlatırsın geceyi.

İnsanların birbirine güvenmediği, konuşmanın bir iletişim aracı olmadığı dünyada, aşk bir mucize, dokunulsa kırılacak bir sırça fanus, en mutlu anlarda endişeyi arka kapıdan alan bir karmaşadır.  Filmin mottosunda olduğu gibi “insan endişeden yaratılmıştır”. Mayasında bu olduğu müddetçe, endişelenecek bir şey mutlaka bulacak; “düşüncenin  soluk ışığı bulandıracaktır, yürekten gelenin doğal rengini.” (*)

Biçimsel kuruluş

Martin Esslin absürd tiyatro için “İnsanın durumundaki saçmalığın verdiği metafizik acının dramıdır” der. Cemal’in kendi hayatına yabancılığını ve içinde bunaldığı kaosu anlatmak için gerçek ile gerçeküstünün buluştuğu bir platoyu tercih etmiş film. Biz farkında olmasak bile gündelik hayatımız da biraz öyledir aslında. Gerçekte olmasa da zihinlerimizde duvarları geçer, göstergeleri çözer, niyetleri okur, sözlerimizle öldürür, bakışlarımızla diriltiriz. Zamanı on yıllar boyunca tek bir anın içinde dondurur; her gün aynı günü yaşadığımız halde değiştiğimizi düşünürüz. Böyle bakınca hepimiz doğaüstü güçleri olanlarızdır.

Olay örgüsünden çok imge dokusunun biçim verdiği film, bilinen gerçeğe benzemeyen, ama kendi içinde tutarlı olan bir anlatı dünyasında, saçmayı saçmalamadan anlatıyor. Bir balad kadar ince; bir şimşek kadar irkiltici, şok edici biçimde.

Filmin siyah-beyaz çekilmiş olması, farklı bir gerçeklik düzleminin oluşumuna katkı sağlıyor.

Ayşenil Şamlıoğlu, Kız Şevket rolünde büyük sürpriz. Kendisine bu kadar benzeyen bir erkek kardeşi mi vardı diye düşünmeden edemiyor insan; bu kadar olur! Zaten filmin oyuncu kadrosu için kelimeler yetersiz. Nasıl tarif edilir Ahmet Mümtaz Taylan’ın, her rolünü, öncekilere benzediği halde onlarla karıştırılamayacak denli farklı yapan üstün oyunculuğu. Serhan Keskin’in, Ali Atay’ın, Cengiz Bozkurt’un birlikte yarattıkları bir başka gerçeküstü evrenin içinden orayı pek de hatırlatmadan sıyrılıp gelmeleri.

Oysa sinema ve tiyatro star sisteminden beslenir. En popüler dizinin ya da filmin oyuncuları, sonraki rollerine  -hatta gündelik hayatlarına- hep aynı yüzü, hep aynı rol kimliği taşırlar ister istemez. Ancak bazı oyuncular buna rağmen yaratırlar yeni güçlü karakterlerini. Burada oyuncularının hepsi, ..., Demet Evgar, Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak, Damla Sönmez, …, onları nereden tanıdığımızı unutturmayı başaran oyunculuklarında,   parçaların toplamından daha büyük bir bütünü yaratıyorlar.

Filme ruhunu veren bir başka şey, Racha Rizk’in sesinden “Mreyte, ya Mreyte”, filmi artık onsuz hatırlayamayacağımız bir başka sone. (**)

Bir söyleşisinde “bu filmle yeni bir dönem başlıyor benim için” demiş Onur Ünlü. Bizim için de öyle. Türk sinemasının varoluşçu bir sinema başyapıtı var artık.





(*)  The windmills of your mind, Sözler, Alan ve Marilyn Bergman; Müzik: Michel Legrand.  Barbara Streisand'ın yorumundan dinlemek için:   http://www.youtube.com/watch?v=cxPp-wRxNoc

(**)  Hamlet, Olmak ya da Olmamak tiradı, III.Perde I.Sahne'den.