10 Şubat 2011 Perşembe

Islık Hâlâ Kayıp

TEB Oyun Dergisi, 2.Sayı, 2010

Zaman, yeni bir başlangıca doğru giderken durmuştur. Sanal bir ülkede 12’ye 5 kala duran tüm saatler bunu imler. Zamanın durmasıyla hayat değişmez hale gelmiş; düzen de bunu koruyan kalın bir duvar olmuştur. O duvar durmadan örülsün, sadece o duvar örülsün diye çalınmıştır zaten hayatın doğal akışı. Burası, saat hep aynı zamanı gösterdiği için hiç değişmeyen düzende, hayallerine ulaşamayan insanların ülkesidir. Çalınmış beş dakikanın hırsızı, insanların okuma-yazmasını, gençliklerini, doğmamış çocuklarını da çalmış bir hayat hırsızıdır. Toplumu, içine kendini hapsedeceği düzen duvarını örmeye kilitleyen düzen kurucular da “ıslık çala çala değil, duvar öre öre ölmek gerektiğini” söyleyenlerdir. Çünkü tuğlayla-harçla-malayla uğraşmaya gönül indirmiş mutsuz çoğunluğa karşılık, kunt duvarlarda ıslıkla yaşam delikleri açmaya çalışanlar vardır. Hayatta kalma hakları ellerinden alındığında, onlar, ıslıklarını sokağa bırakırlar. Her gün adımladığımız kaldırımda, döndüğümüz köşede, kim bilir hangi sokak lambasının gölgesinde durur o ıslık, duymasını-bulmasını bilene. Islık çalabilen, kendi duvarından çıkabilendir.    

İlk defa 33 yıl önce sahnelenen, Ankara DT yapımı olarak seyirciyle yeniden buluşan Islıkçı oyununun kısa bir özeti bu. Yazarı Çetin Altan’ın duvar metaforu dün olduğu gibi bugün de yeni. Asla eskimeyecek. Bize dayatılanlara git gide alıştığımız, içinden çıkamadığımız duvarlar ördüğümüz gerçeği tam ortasında duruyor hayatımızın, psişik boyutta da, toplumsal yaşamda da. Oyunun bugün için esas dikkat çekici yanı, metnin önermesini taşıyan Islıkçı’nın dili. Amacı özgürlük fikrine ses vermek olan kahramanın söylemi, simgesel olanla –ıslıkla- daraltılmış. Tek gerçek kelime etmemesiyle, temsilinin sözsüz oyuna dayanmasıyla, farklı bir teatral buluş ve  -yazarın murat ettiği bu muydu bilemeyiz ama- bu sözsüzlüğüyle “devrimcinin dili” üzerine düşündüren bir biçim ögesi.

Duvarların ötesine ait olan devrim fikri, duvarların içine hapis halk kitlelerinin kulağına nasıl ulaştırılabilir? Ekmeğin dilini konuşarak mı, kompradorlardan söz ederek mi? Yoksa önce bireysel kurtuluşu gerçekleştirip sonra hep özgürlük şarkıları söyleyerek mi? Nasıl bir dil kurmalı ki insanların katılabilecekleri ve tekrar edebilecekleri bir ıslık ezgisi kadar kapsayıcı olsun? Nasıl bir söylem bulmalı ki eylemiyle bütünleştiğinde devrimci dönüştürme gücüne sahip bir üst dil olsun?

Türkiye’de solun kazanımları tamamına ermediği, bir devrim olmadığı için başarısıyla kendini tescil ettirmiş kesin yanıtlarımız yok bu sorulara. Bugün devrim ve devrimci dendiğinde, kural kesinliğinde kalıplı biçimler önerenler, hayatın -tırnak içinde-  doğal akışında bugün geldiği yerin, devrimci ruhun tek söyleme ve belli eylemler dizisine bağlı olmadığını görmüyorlar. Sömürünün dili tektir ama herkes kendi meşrebince bağırır “hayır” diye. Hangi toplumsal eylemin kimin hesabına yazılacağını dert etmeksizin, haksızlıklar karşısında vicdanı sızlayan herkes, devrimci ruhun nüvesini taşır. Sağ ve sağlıklı tutulması gerekenin düzen duvarı olduğu fikrine yazgılı insanlar iken “ama ben özgürlük şarkıları söylemek istiyorum, ıslık çalmak istiyorum” diyenlerin ruhu, hangi dille bir araya getirilebilir?

Buna verebileceğimiz yanıtlar, Çetin Altan’ın Islıkçı’sının ıslığına karşılık gelmiyor ne yazık ki. Oyunun devrim ve dil üzerine düşündüren bir metin olması belki bizim algıda seçiciliğimizle ilgili çünkü metinde öne çıkarılan bu değil. Ana çatışma statükoyu koruyanlar ile Islıkçı arasındaymış gibi konulsa da iki taraf arasında izlenebilir gerçek bir çatışma yok. Düzen kurucular ile hükmedilen kitleler arasındaki işbirliğinin karşısına konmuş bir devrimci imgesi var sadece. Oyun kişilerinin kategorik tipler olarak belirdiği metinde doğal olarak Islıkçı da bir tiplemeden ibaret ama oyun evrenini paylaştığı kişilerden daha az yaşıyor. Ruhu var, kendi yok bir devrim gibi.

Açılış sahnesinde, mala darbeleriyle üretilen ortak ritm eşliğinde her sınıftan insan, bu uğraşta ömründen ne kadar geçtiğini bilmeden, niye yaptığını bilmeden bir duvar örüyor. Adının hayat olduğunu sandıkları bu işte öylesine gönüllüler ki hepsinin tutturduğu “yapıcı türküsü” aynı. Sınıf konumları ne olursa olsun düzen olmak için yükselen bu duvarda hepsi eşit derecede işçi arı. Hepsinin üzerine duvarın harcı bulaşmış. Bir tek Islıkçı hariç. Oysa Islıkçı’nın da üzerine bulaşmalıydı bir parça da olsa inşaat kiri. O ameleliğin içinden gelmese, bilebilir miydi duvar örmenin anlamsızlığını.

Islıkçı’yı üzerinde gördüğümüz yapı iskelesinin bir darağacı temsili olduğu hemen fark ediliyor. Peki, kahramanlar darağacına mı doğar? Ortalamadan üstün insan yazgısı mıdır bu? Yoksa onların seçimleri midir, yollarını darağacı ile kesiştiren? Herkes kadar ortalama hayatların içine doğmuşken kahraman olur bazıları. Hayatlarının yapı iskeleleri, sonradan darağacı olur onlara.

Simgesel anlatım düzeyinde bir de kırmızı fular var, bu anlatılan sol’un hikâyesidir’i imleyen. Sanatçıların seyirci selamında temsilin kısa bir devamı olarak, duvar ördüren iktidar sahibinin de bilinçlenmiş halk gibi Islıkçı’nın kırmızı fularından kuşanması gerçekçi olmasa gerek. Devrimcilerin halkın vicdanında saygın yer edinmesi, anılarının yaşatılması, bugüne kadar hangi düzen kurucunun fikrini, duruşunu, misyonunu değiştirtti?

Islıkçı’nın erkek oyun kişileri, sınıflarının temsilcileri. Oyunda tipik erkeklik temsili söz konusu değil ama bunun gibi tiplemelere dayalı oyunlarda hep görmeye alıştığımız klişe kadınlık temsili var ne yazık ki.  Ya baştan çıkaran, ya akılsız, ya da edilgen kadın imgesi... Bir tür figürasyon. Ama 80’li yıllardan önce yoktu kadın sorunu, değil mi?!

Önce mağdur sonra kahraman kıldığına timsah gözyaşları döken halkın darağacına giden Islıkçı’yla yüzleştiği sahnelerde de, sadece bir “ana” gerçek acı duyuyor. Bu tipik dünya tasvirinde kadın, ana olmakla değer kazanabiliyor.   

Metin kadar sahne rejisinin de her şeyi neredeyse bir çocuk oyunu kadar işaret parmağıyla göstermesi, bugün tiyatronun geldiği noktadan hayli uzakta. Yönetmen Yunus Emre Bozdoğan, oyunun tek boyutlu yapısı üzerine yeni bir anlam katmanı eklememiş. Oysa çağdaş tiyatro anlayışı bir simgenin aynı anda farklı gerçekliklerin temsili olabileceğinden hareketle, anlam dizgeleri yaratma üzerine kurulu. Türkiye’de tiyatronun altın çağını yaşadığı 60’lı-70’li yıllarda,  simgesellik üzerine kurulu bu gibi oyunlar yenilikçiydi, çok izlenmiş, yasaklanacak kadar güçlü ses getirmişti. Ama bugünün öncü tiyatrosu göstergelerin ürettiği yan anlamlara odaklı çok boyutlu metinleri ve sahne düzenlemelerini arıyor.

Çetin Altan’ın Islıkçı oyunu, özgürleşme idealinin bir erdem olduğunu anlatırken düzen duvarı harcının az ya da çok hepimizin üzerine bulaştığını da hatırlatıyor. Ama kadını/erkeği/eşcinseli; genci/yaşlıyı; eskiyi-yeniyi; cahil bırakılmışı/güçsüz düşmüşü; farklı olanı/yabancıyı… dışlayan duvarlar örmediğini kimin, ne kadar iddia edebileceğini; düzen duvarında gedik açmak için çektiği tuğlaları kendi küçük duvarları için kullanmadığından kimin, ne kadar emin olabileceğini düşünmek bize kalıyor.