5 Şubat 2011 Cumartesi

hep o eksik tur

Floransa’nın eski sarayına gidiyordum. Vaktimin en çoğunu geçirdiğim müthiş Uffizi Galeri ile birlikte tek bir günün içine, kentin görülmesi gereken pek çok yerini sığdırmıştım.  Eski saray Palazzo Pitti içinse az vakit kalmıştı. İçindeki pek çok müzeyi gezemeyecektim ama bir-ikisini görmek için saraya giden yolda, Arno nehrine doğru yürüyordum. Nehrin üzerinde lego oyuncak gibi duran şirin köprüyü (Ponte Vecciho) geçtikten hemen sonra, içinde pek çok hayat yaşanmış, defalarca kimlik değiştirmiş saray orada, aralarına benim de katılacağım son ziyaretçilerini bekliyor olacaktı. Fakat giderken, henüz köprüyü bile geçmeden, Repubblica Meydanı’nda, karşıma bir şey çıktı. Güzel bir rûya kadar gerçekti. O küçük carosello büyük Rönesans sarayını hemen unutturdu bana. Yolum orada bitmiş, akşam için plânım değişmişti. İnsanın kendiyle dolması için en uygun yerlerden biri olan Floransa’da, hayat, en sevdiğim sürprizlerinden biriyle bana gülümsemişti, aslında hayli durgun olduğum o akşamüstü.

Yönümü atlıkarıncaya doğru çevirirken sevinçliydim ama ait olmadığım bir dünyaya gitmekte olduğum için içimde hüzün de vardı. Kendi memleketimde karşıma böyle birden atlıkarınca çıkmadığı için bu güzellik gerçek mi şimdi diye hissediyordum. En sevdiği pastayı bir türlü yemeyip onu yastığının yanında seyreden çocukluğum gibi sakınımlıydım. Peşinde koştuğu topu yakalarsa oyunun tadının kaçağını düşünen kedim gibi oyunbozandım biraz da.

Nerede bir atlıkarınca görsem, çekimine kapılıyorum. Pek çok kişi için de öyle olduğunu sanıyorum. En azından saflığa ve duruluğa çocukça işler bunlar demeyenler için. Ne zaman bir atlıkarınca görsem, benimle birlikte orada takılıp kalmış olan diğerleri  -çocuksuz gelmiş yetişkinler, henüz çocuk yapmamış gençler, çocukları da yaşlanmış sayılan yaşlılar- onlar olmalı. Kocaman bir oyuncak ve kocaman bir müzik kutusu olan atlıkarıncayı dakikalarca izleyen büyümüş küçükler.  

 Müziği hem neşeli hem kırılgan. Yükselen-alçalan atların devinimine uyumlu olması dışında, o laterna müziğinde onu aşan bir şey var. İzini süremeyeceğimiz kadar uzakta kalmış bir yaşantının temsili... hepimizin oluyor bir anda, çünkü ortak paydamız, kırılganlık. Gerçekte var olmayan bir dünyanın bir yerlerde yine de kurulabileceğini; ve işte orada kurulmuş olduğunu göstermek isteyen, sanki bir sisin içinden, atlıkarıncanın yanıp sönen ışıklarına binerek gelen arkaik bir melodi. Her yaşantı kendi müziğiyle gelir. Bu müzik de sadece bir atlıkarıncaya bu kadar yakışabilir.  

Atlıkarıncanın sakinleri de daima tebessüm eder. Tüylü gem başlıkları, dalga dalga yeleleri, rengârenk koşum takımları, kömür gibi gözleri, hep koştukları için güçlü kasları vardır. Bütün yaşamları boyunca aynı eksen üzerinde dönüp duruyor olmaları keyiflerini kaçırmamıştır. Kendileriyle mutlu olan her çocukla, çocuklarını seyrederken arınan her yetişkinle aynı eksenin farklı boyutlarına inip çıktıklarını düşündükleri içindir belki. Bir tür mutluluğa kilitlenme hali onlarınki.

Atlıkarıncanın içten dışa açılan, dıştan içe uzanan çift yönlü ışık seli, yol yol yanıp sönen altın ışıklarla üç boyutlu oluyor. Sütunların karnındaki mitolojik figürler bu ışıklarla taçlanıyor. Ampullerin spiral yollu karpuzları, sonsuzluk döngüsünün gölgesini  düşürüyor sütunların loşluğuna  -içine dalarsanız belki çocukluğunuza açılacak olan. 

Müzik, kulak verirseniz yitik dünyanızın sisleri dağılacakmış gibi umutlu çalarken; ışıklar, içine girerseniz o dünyanın kapısı olacakmış gibi yanıp sönerken; mutlu atlar, gözlerine bakarsanız sizi çocukluğunuza götürecekmiş gibi sabırsızca dört nala iner çıkarken; siz bir büyümüş olarak tanık olduğunuz şeyi aşkınlaştırmaya çalışırken,  bir küçük insan, daha hızlı koşsun diye atının üzerinde sabırsızca zıplamaya başlamıştır bile.   

Henüz okula başlamadığım küçük bir yaşta, herhalde Ankara’nın Gençlik Parkı’nda, hayatımda tek bir kez olmak üzere bindiğim o az ışıklı, mat boyalı, ahşap parkesi cilasız bırakılmış o fakir atlıkarıncanın anısına çok şey borçluyum. Bana sorduklarında onu gösterdiğim toz pembe renkli atın sırtında ben de “biraz daha hızlı, biraz daha yükseğe” diye zıplarken, atlıkarıncamın gayrı sâfi milli hâsıladan ne kadar az pay aldığının farkında değildim. Sadece iyi ki vardı. Beni ona götüren, sevgiyle “hadi seç atlardan birini de bindirelim seni” diyen büyüklerim iyi ki vardı. Fakat yetişkin nüvesiydim ben de. Mutluluğun, ona ulaşmak için zıpladıkça yükselen bir elma gibi göründüğünü ilk bildiğim andı. Yetmemişti yani, tam anlayamamıştım, bir anda bitmişti: “N’oolur bir tur daha! N’oolur!” Floransa’daki atlıkarıncada babasına bir tur daha için yalvaran 5 yaşındaki gözlüklü kız çocuğu ile atlıkarıncaya 35 yıl önce binmiş gözlüklü kadın arasında hiçbir  fark yok. Farklı koordinatların uzamında ama aynı eksendendeydik orada.

O eksik turu tamamlamaya çalışmamızdır belki, çocukluğumuza duyduğumuz özlem. Yeniden orada olmayı istediğimizi sandığımız ama hayatın kara deliklerini ilk gördüğümüz yer de olduğu için, imkân verseler dönmekte tereddüt edeceğimiz bir kayıp kıta çocukluğumuz. Onun için sislerin ardında saklanıyor. Onun için hatıraları eksik-yarım. Onun için şaşkın bakarken yakalıyoruz 5 yaşındaki halimizi, 5 yaşındayken hiç de şaşkın olmadığımız halde. 

(Kasım 2009)